Bilinen bir gerçeği canınızı sıkarak çok ifade etmeye gerek yok ama ortam iyice ‘kafkaesk’ bir hal almışken bir iki şey ifade etmekten zarar gelmez. Malumunuz Franz Kafka’nın ‘Dava’ ve ‘Şato’ romanları, bireyin anlam arayışındaki çaresizliği ve bürokratik dehlizlerde kayboluşuna eğilir. Okuyanların iyi hatırlayacağı veya hatırlamak istemeyeceği üzere, karakterler sürekli hareket hâlindedir; kapılar çalınır, açılır ve kapanır, mektuplar alınır, mahkemeler kurulur, lakin son kertede hiçbir şey bir sonuca varmaz. Dava romanında suçlanan Joseph K., sistemin korkunç işleyişi altında mahkeme mahkeme sürüklenir ama suçunun ne olduğunu asla öğrenemez. Sürekli mahkemelere çağrılır, hayatında görmediği insanlarla suçsuzluğunu tartışır ve nihayetinde davası hakkında hiçbir bilgiye ulaşamaz.
Şato romanında ise K., çalışmak için çağrıldığı köyde gizemli bir şatoya ulaşmaya çalışır fakat ne giriş izni alabilir ne de şatonun içeriğini tam olarak kavrar. Bol katmanlı bir şato içinde hiçliğe doğru yol alır. Her şey bir yere doğru akıyor gibidir, ama hiçbir yere varılmaz…
Bu ‘bir şeyler oluyor ama bir şey olmuyor’ iklimi, daha doğrusu bir tarafa bağlı gerçekliği Kafka'nın kurgu dünyasından çıkarıp realize ettiğimizde karşımıza güncel Türkiye çıkar. İktidarın, toplumun dikkatini dağıtan, sürekli bir şeyler yapıyormuş gibi görünüp esasen hiçbir somut çözüm üretmediği stratejisi tam anlamıyla kafkaesk bir çerçevedir.
1 Ekim’den bu yana süregiden tartışmaları ele alalım. Tam olarak ne olduğuna dair tek bir bilgimiz yok! Toplumu sürekli bir bekleme odasında tutan, sonuçsuz süreçlerle oyalanmasını sağlayan bir strateji gibi de görebiliriz yaşananları. Buradaki dezavantaj şudur: Bu hal û ahval, halkın yaşamı anlamlandırma çabasını sekteye uğratan ve bu sayede iktidarın otoritesini tahkim eden bir araç olup çıkıyor.
Bir, 'terörsüz Türkiye' söylemi var ama ondan da iktidar dışında bir şey anlayan yok. Fakat bazı gerçekler artık daha çıplak durumda. Mesela toplumu sürekli bir oyalama içinde tutma hali göze çarpıyor. Olmayan sürece eklenen kayyım uygulamaları bunun somut örneklerinden biridir.
Kayyım rejiminin birçok özelliği var ve bunlardan biri de ‘yaşamı kesintiye’ uğratma pratiğidir. Tıpkı Joseph K.'ya isnat edilen suçlamaların "güvenlik", "terörle mücadele" ya da "halkın huzuru" gibi muğlak gerekçelere dayandırılması gibi. Halk üç dönemdir söylenenlere bakıyor, davaları izliyor, sürekli yeni açıklamaları görüyor ancak nihayetinde ne suça tanık oluyor ne de talep ettiği iradesi geri veriliyor. Böylece kayyım süreci bir döngüye dönüşüyor… Yaşamdaki kesinti ve belirsizlik hızlı şekilde rutinleştirilimeye çalışılır.
Şato’ya geri dönelim. K. karakterinin merkezi olana ulaşamaması ve merkezin ne/neresi olduğunu kavrayamaması bir işkenceye dönüştürülür. Kayyım atamalarında ortaya çıkan tablo da böyledir, halk kimseye ulaşamaz. Buna hizmetler de dahildir. İl ve ilçeler, kayyımlar tarafından yönetilirken, halk işlevsiz kalan yönetimlere dair şikâyetlerini veya ihtiyaçlarını ifade edecek mecralar bulamaz. Bir süre sonra kaynaklar hızla azalırken bunların nereye gittiği belirsizleşir. Muğlaklık içinde cevapsız sorular tüm kenti kaplar. Anlam yorgunluğu tüm bünyeyi sarar.
Bu oyalama aksı, halkın dikkatini dağıtmaya endekslidir. Ani hamleler bir şok zemini sunar ve ‘Vakit Tamamdır’ gibi ne olduğu belirsiz ama özünde gerilim yaratan bol şifreli göndermeler, sistematik bir kafa karışıklığı yaratır. Ekonomide sık sık istikrar vurgusu yapılır, ancak günlük hayatta artan yoksulluk, istikrarsızlığın ana belirteci olur. Sonuçta ‘yapılıyor’ diye gösterilen atmosferden hiçbir şeyin çıkmadığı ve yapılmadığı anlaşılır. Mardin, Batman, Halfeti, Esenyurt, Ovacık ve en son Dersim belediyeleri bu atmosferin parçasıdır. Halk seçim yapar, karar verir ve iradesini ortaya koyar. Ancak bu irade keyfi yok sayılır.
Unutmamak gerekir ki Kafka’nın dünyasında bürokrasi veya güvenlik aygıtları, gerçek manada bir işlevsizlik metaforudur. Karakterler, sürekli işlem halindedir ama belirsiz ve sonuçsuzdur sonrası. Bu atmosfer, Türkiye’de iktidarın sürekli ‘büyük işler yapılıyormuş’ gibi bir algı yaratma çabasıyla da benzerlik taşır. Bu benzerlikten adalet çıkmadığını herkes bilir. Özetle kayyım politikaları, belirsiz süreç tartışmaları ve halkın iradesini hiçleştiren kararlar, iktidarın ‘bir şeyler oluyor ama sonuçta hiçbir şey olmuyor’ stratejisinin çıktılarıdır.
Elbette buradaki en tehlikeli şey, bir labirent olarak içine çekildiğimiz döngüye alışmak olabilir. Kayyım bir anlamsızlık üretimidir ve bu anlamsızlık kabullenildiği an kaybedilen an olacaktır.
Sonuç olarak bu kafkaesk strateji, bilinçli bir yönetim biçimidir diyebiliriz. Çünkü belirsizlik, halkın anlam arayışını tüketir ve iktidarın hesap sorulabilirliğini azaltır. İnsanlar neyle mücadele ettiklerini bilmediklerinde veya unuttuklarında, mücadele de etkisiz hale gelir. Bu aşamada kafkaesk strateji devir teslimde bulunarak, yerini yeni krizler/söylemler/gündemlere yani bir çeşit ‘sonsuz bekleme’ stratejisine bırakır.
Her iktidar kendi hikayesini terk eden, kendi hayatı üzerindeki kontrolünü kaybeden bireyler arzular. Bu durum ancak bir belirsizlik hattı üzerinde yeşerebilir. Öyle ki herkesin bir haraketlilik hissettiği ama sonuca ulaşamadığı MHP açılımı gibi…
Kafka herhalde çözümü ‘kafesin dışına çıkın’ demekte bulurdu. Kafes içindeki dünyayı anlamak yerine kafesin dışına çıkmayı salık verirdi. Bu da ancak içinden geçilen anın sorgulanması ile mümkündür. Bu bakımdan günlerdir süren ve yeni eklenen kayyım protestoları demokratik siyaset talebi açısından önemlidir.
(ÖA/RT)