Barış istiyoruz, savaşmak istemiyoruz, savaş ölüm getiriyor, oysa biz yaşamak istiyoruz...
Puslu bir pazartesi gününün sabahında, denizin kenarında uyanıp, “geleceğim, geliyorum” diyen yağmura, Antalya’dan çıkıp Korkuteli’ne doğru Torosları tırmanırken yakalandım.
Olsun! Kaloriferi yanıyor. Arabanın içi sıcak. Ben iyi giyimliyim. Üşümüyorum. Ama yalnız “soğuktan üşünmüyor ki!”
Çünkü soğuğu kıran yalnız “ısı” değil. Bir de “insan sıcağı” gerekli.
Onu, Tahtalıbeli'ni, sonra da Korkuteli'ni geçip görüntüyü tüm ihtişamıyla “yayla”lar doldururken, bir mola yerinde buluyorum.
Oranın adı “umut çeşmesi”.
“Yol’cu”yu park ederken tabelayı okuyorum ve “Ne çok gereksinmemiz var bu günlerde umuda” diye düşünüyorum!
Gerçekten de öyle...
Var olmak için en önemli gereksinmemiz bu. Hem kişisel, hem toplumsal, hem de ülke ve dünya olarak “umuda gereksinmemiz” var.
Her birimizin ya da hepimizin umut ettiği şey farklı... Önceliği farklı... Ama say denilse şunlarda buluşabilir herkes.
Küresel ısınmanın sonucu ortaya çıkan, şu sıralarda yaşadığımız seller ve benzeri afetlerle karşılaşmamayı “umut edenler” var...
İçinde yaşadığımız ve her gün daha hızla kirletip tükettiğimiz doğanın varlığını sürdürmesini “umut edenler” var...
Çok yakında olacağı söylenen büyük bir depremin yaşanmamasını “umut edenler” var... İnsanın varlığını ortadan kaldıracak dereceye varan ekonomik ve sosyal düzenlemelerin durmasını “umut edenler” var...
Ama en çok da coğrafya olarak hemen dibimizde, hatta içimizde; zaman olarak ise hemen yakınımızda, belki yarın çıkacak bir çatışmanın yaşanmamasını “umut edenler” var.
En çok kadınlar...
Tüm insanlığın dostça, kardeşçe ve barış içinde yaşaması için gereksinmemiz var bu “son” umuda... En çok kadınlar, analar, eşler, sevgililer, kız kardeşler, kız çocuklar “umut ediyor”lar, dillendiriyorlar bunu. En çok onların sesi çıkıyor...
Erkeklerin bir çoğu aynı umudu içlerinde duysalar da daha az ve daha kısık sesle ifade ediyorlar ne yazık ki...
Hatta bazıları “ölümleri kutsuyor, yüceltiyor”...
Oysa ölenler geri gelmiyor... Oysa ölümler barışı değil savaşa çağrı yapıyor... Oysa “göze göz” körleştiriyor insanlığı... Barışı ve barış umudunu görmeyi engelliyor... Boş bir umut değil bu. Olanı biteni görmekten, olacağı tahmin etmekten kaynaklanan bilinçli bir istemin ifadesi...
Korkuyorum...
Duyan var mıdır, duyanlar hep birlikte ifade ederek talep ederler mi bilmiyorum.
Ama benim de tek isteğim bu... İşte itiraf ediyorum: Çünkü “korkuyorum”... İnsanların ve insanlığın “yok” olmasından korkuyorum...
İşte bu minvalde bir sohbetin kapısı, önce sıcak bir çay ve ardından bir “merhaba” ile başlıyor oradakilerle... Onlara söylediğimi bir de burada söyleyeyim: “Merhaba”nın anlamı “benden sana zarar gelmez!” "Bak ellerimi uzatıyorum sana, tut, yokla; elimde bir silah, sana zarar verecek bir şey yok” anlamına gelen tokalaşma şeklinde bir temasla sürüyor “merhaba”...
Artık “dostuz”. Artık “aramızda, savaş, birbirimize yönelik bir kötülük olamaz” diyoruz oradakilerle birbirimizin ellerini tutup sıkarak. Sohbetin devamı “umut çeşmesi”nin olan bu pınardan akan “soğuk” suyu üzerine. Adının neden “umut çeşmesi” olduğu üzerine... Öğreniyorum.
Dediğim gibi herkesin umudu farklı... Bu çeşmeye bu adı koyanlarınki de farklı... Benim aklıma gelenlere benzemiyor.
Ama onların umudunun öyle olması benim umutlarımın böyle olmasını engellemiyor.
Umudun suyundan kana kana içmek
Dağın böğründen neredeyse fışkırarak akan, “umut çeşmesi”nin soğuk suyuyla yüzümü yıkıyorum. Bıçak kesiği gibi yanıyor ellerim yüzüm. “Umut etmenin de bir bedeli var!”
Olsun.
Kana kana içiyorum. Çünkü “umudun çoğalmasını, güçlenmesini” istiyorum. İçmekle kalmıyor, arabadaki kapları da dolduruyorum. Dağıtacağım onları herkese. Yayacağım. Herkese birer bardak verip içireceğim.
Kendi umudumu anlatacağım. Aynı umutta birleşmeyi isteyeceğim onlardan.
Çünkü “umudun bitmemesi” gerekiyor. Çünkü “umut eden”lerin çoğalması ve güçlenmesi gerekiyor. (MS/NZ)