“Toroslardan Esintiler-Gönülbahçemden” adlı kitaptan ve onun ozanı Şemin Girgin’den haberiniz var mı?
Yağmur şiddetimi artırsam mı, artırmasam mı diye düşünüyor, grili karalı bulutların arasındaki beyazlı-mavili gök yüzü beni bir umutlandırıyor, bir karamsarlığa düşmeme neden oluyordu. Yolun devamını bilmiyordum. Yağış çoğalırsa, yol kötüyse gibi kötü olasılıklar çakan şimşeklere koşut aklımdan geçiyordu.
Derebucak’ı ve ondan sonra gelen Çamlık’ı geçmiş, artık Toroslardan aşağıya doğru inmeye başlamıştım. Hızım çok yavaştı. Çünkü dik, dar ve dolambaçlı bir yokuştan aşağıya, üstelikte çiseleyen yağmurda ve arada çakan şimşeklerin parıltısında, olabildiğince dikkatli bir şekilde iniyordum.
Ama bir yandan da bu yavaşlık, yağmurun değmesiyle daha bir yoğunlaşan çam ağaçlarının kokusunu içime çekmeme olanak tanıyor, gözlerim yeşilden ve yeşillikten dolayı bayram ediyordu.
O gün “bayram”dı ve benim için de en azından “görsel” bir bayram gününe dönüşmüştü.
Bademli Köyünün tabelasını görmüş ama köyün içine doğru girmemiş, üst tarafından dolanarak bu küçük yerleşimi yukarıdan izlemiş, acaba adı neden “Bademli” diye düşünmüştüm.
Süleymanlı köyü...
Yol biraz düzleşip, genişleyince çevreyi daha dikkatle izlemeye başladım. Yağmur şiddetlenmemişti. “Görsel bayram” sürerken, gün artık yavaş yavaş akşama dönmeye yüz tutuyordu.
Bir köy tabelası daha gördüm sol tarafta: “Süleymanlı 1 Km.” yazıyordu. Oraya da sapmadım. Hâlâ yoldan ve yağmurdan yana kaygım ortadan kalkmamıştı. Sürdüm aşağıya doğru.
Henüz 500 metre ya geçmiş ya geçmemiştim yine yolun solunda elinde torbasıyla yavaş yavaş aşağıya doğru yürüyen birisini gördüm. Yağmurun şiddetlenme olasılığını bir kez daha aklımdan geçirip, “Nereye gidiyor bu adam acaba bu saatte” diye düşündüm. Tam o sırada göz göze geldik. Elini kaldırdı. Durdum.
“Yol’cu”ya bir yolcu daha binecekti. Sevindim. İşte bir sohbet fırsatı daha çıktı diye düşündüm. Hem de bu yaylaların yerlisi, buralı, buranın köylerinden bir “köylü”. Onun gideceği yere kadar gitmek ve bu sırada hoş bir sohbetin kapısı açmak, yolculuktan keyif almak, insanımızın duygusunu düşüncesini öğrenmek, kimbilir belki de “Yol’cu”dan ve yolculuğumdan söz etmek mümkün olabilirdi.
Dahası bir “gezerken” yazısı daha çıkabilirdi.
O yazıda “halkımızın” memleketin hal ve gidişine nasıl baktığını yazma fırsatı doğabilirdi. İçten bir “merhaba”yı “iyi bayramlar” sözü izledi. Sonra tanıştık. "Ben Şemin Girgin" dedi. “Süleymanlı köyündenim. Güzeldir bizim köy” dedi.
“Beşiktaş Belediye Başkanı bizim köydendir, uzaktan akrabam olur” diye de ekledi.
Kimdir acaba Beşiktaş Belediye başkanı diye belleğimi yokladım. İsim gelmedi aklıma. Ben duraksayınca o söyledi: “İsmail Ünal. Mimardır kendisi bizim köye de çok güzel bir köy evi yaptı."
“Ormanda geçici işçi olarak çalışıyorum, ama bu ayın sonunda kadro bekliyorum. İki çocuğum var. Birisi üniversiteyi bitirdi diğeri okuyor, Allah bağışlarsa."
Yol yaklaşık yarım saat sürdü, yol boyunca sohbet ettik. Memleketten konuştuk, politikadan konuştuk, dağlardan ormanlardan, yaylalardan konuştuk.
Bir köy ozanı...
“Şemin kardeşim şuraya adını adresini telefonunu yaz hele, belki sonra bir yerlerde haberleşmek gerekir” dedim.
Demez olaydım. İşte o zaman “Yol’cu”nun yolcusunun bir köy ozanı olduğunu anladım.
Benim bu sözüm üzerine Şemin Girgin çantasından bir kitap çıkardı. Adı “Toroslardan Esintiler-Gönülbahçemden".
“Canım sıkıldı mı ben şiir söylerim” dedi Şemin Girgin. Sonra sürdürdü: “Torosların pek çok köyündeki pek çok köy ozanı gibi.”
Affetmemi ister gibi boynunu büktü ve “Okuyamadım. Üzerinde çalışamadım, Geliştiremedim kendimi. İmkânımız yoktu. Ama her fırsatta söyledim. Sonra bazı dostlar önayak oldular, yardım ettiler ve ben kendim bastırdım bu şiir kitabını” dedi. Boynu bükülmesi gereken o değildi tabi.
Bana diyecek pek fazla bir şey kalmadı. Ne diyebilirdim ki?
O orada ve o koşullarda yapacağını yapmıştı. Önce yaylalarda çoban olmuş, hayvanlarının ardında gezmiş. İlk okulu bitirmiş, herkes ne yapıyorsa aynısını yapmış. Evlenmiş, çocuk çoluk sahibi olmuş, sıkıldıkça da şiir söylemiş, şiir yazmıştı. Bildiklerini, inandıklarını, kendi doğrularını yazmıştı. Sonra köyünü, yurdunu, yuvasını, doğasını, ağacını, dalını, çiçeğini yazmıştı.
"O garip ben işte..."
Kendisini yazmıştı en çok da. Dertlerini, sıkıntılarını sözcüklerle dile getirmeyi yeğlemişti. Daha yüksek okullarda okuyamadığı için bu kadarına yetmişti gücü.
Gerçekten de başka söze gerek yoktu. Artık sözü “kitaptaki kimi zaman hece ölçüsünde, kimi zaman serbest yazılmış” dörtlükler almalıydı. Öyle de oldu.
“Gün aşar mı doğar mı bilmeyen
Sürüne sürüne ölmeyen
Ağlayıp ağlayıp gülmeyen
O garip ben işde
Aksi aksi işler yapan
Kendi eli ile derdleri kapan
Doğrudur diye eğriye sapan
O garip ben işde
Saz getirdip çalamayan
Sevip de alamayan
Varsa aradığın bulamayan
O garip ben işde
Elimde kağıt destan okurum
Kalem ile halı dokurum
Kendi alimle kazılan çukurum
O garip ben işde
Bahçedeki gülleri açmadan solan
Her günü azap olan
Varsa o garip kim diye soran
O garip ben işde
Her zaman şiir dilinde
Gittiği yerde çanta elinde
Böylesini görürseniz Simyan elinde
O garip ben işde
“Yol’cu”nun yolculuğu sürerken böyle buluşmalar, kesişmeler, çarpışmalar yaşıyoruz.
Bir dağın başında bir ozan çıkıyor ve elini, yurdunu, kendini, kendi gibileri olanları, yaptıklarını ve yapmadıklarını “şiirle” anlatıyor. Şiir söylüyor, şiir konuşuyor.
“Yol’cu”nun “daimi” yolcusuna ise “gezerken”de bunları sizlerle paylaşmak düşüyor. (MS/NZ)