Başbakan'ın "Muhteşem Yüzyıl" dizisini kınaması üzerine, meğer ne kadar çok tarihe meraklılar ve ne kadar çok diziden suç çıkarmaya hevesliler varmış. Meğer reytingin artmasına neden olan Başbakan dâhil ne kadar çok insan bu muhteşem dizileri izliyormuş...
Başbakan, TV dizisine karşı "yargıdan karar bekliyorum" dedi ya, derhal tartışma başladı. Dizi de suç var mı yok mu? Suç mu değil mi? Hatta dizide Türk Ceza Kanunun 301. maddesine aykırılık olup olmadığı tartışması bile yapıldı.
Başbakanın, Kanuni Sultan Süleyman hakkında televizyon dizisi yapan ve yayımlayan televizyon sahibini kınamasıyla ve Türk milletine şikâyetiyle başlayan sanat ve ifade özgürlüğünün tartışılması tam seyirlik oldu. Televizyon dizisi bile olur. Düşünsenize Kanuni'nin hareminden at sırtında geçen tarihsel gerçeklere, fetihlere ve ifade özgürlüğüne...
RTÜK, televizyonlarda yayınlanan diziler hakkında kanunen söz ve karar sahibidir. Zaten RTÜK, (söylendiği zaman kulağa hoş gelen biçimiyle) "tarafsız", "bağımsız" ve "özerk"tir. Karar verir, kim ne karışıyor ve kararları zaten yargı denetimine tabidir. Hatta bazen, yargıdan karar beklemeye bile gerek yoktur.
Bir sorun varsa eğer, dizi yapımcıları, televizyon sahibi ve Başbakan arasındaki bir meseleden ibarettir. Kendi aralarında anlaşırlar. Örf, adet ve geleneklerimize, son yıllarda basına hâkim olan oto kontrol hükümlerine göre dizideki, adaba ve tarihsel gerçeklere dair sorunları çözerler ve el sıkışır geçerler.
Bunun dışında bu meselenin tarafı olanların hiç umurlarında olmayan ama bizi ilgilendiren asıl sorun; yürütmenin yargıya doğrudan karışması, yargıdan beklentisi ve karışılmayı bekleyen yargının ifade ve sürekli çiğnenen basın özgürlüğüne nasıl baktığı meselesidir.
Bu coğrafyada, bu topraklar üzerinde yaşayan herkes ifade özgürlüğünün temel insan hak ve özgürlüklerin omurgası olduğunu biliyor artık.
Herkesin ifade özgürlüğünün sağlanması demek, hukuk devletinin kurulması demektir, fakirliğinizin son bulması demektir.
Herkesin ifade özgürlüğünün sağlanması demek; gazeteci örgütlerinin tutuklu gazeteci sayısının kaç olduğunun tespiti üzerine yazdıkları raporlara; "onların gazeteci değil, terörist olduklarını" ve yazdıklarını "bomba"ya benzeterek yanıt vermeyi tercih etmek "taraf olmak" demektir ve çözüme katkı sağlamaz.
Herkesin ifade özgürlüğünün sağlanması demek; gazeteciler hakkında iddianameler yazan savcılar yanında; medyada mahkemeler kurmak suretiyle kendi meslektaşlarını masumiyet karinesi yok sayarak mahkûm eden gazetecilerin mesleki etik ve doğru davranış kurallarını çok daha geç olmadan gözden geçirmeleri demektir.
Herkesin ifade özgürlüğünün sağlanması demek; özel görevli/özel yetkili olağanüstü yargılamaların tarihin çöp sepetine atılarak vazgeçileceği demokratik toplum düzeninin kurulması için toplumun bilinçlendirilmesidir.
Herkesin ifade özgürlüğü demek; demokratik toplum düzeninin gerçekleştirilmesi için katkı veren gazetecilerin ve basının, bütün güçlere ve her türlü güce karşı toplum tarafından korunduğu bir düzen demektir.
Basın özgürlüğü demek; gazetecilerin toplumun gözü, kulağı olduğu, ülkede herkesin gerçekleri öğrenme ve bilme hakkının sağlandığı ve gazetecilik mesleğinin tüm sansür mekanizmalarından kurtulmuş olarak gazetecilik yaptıkları bir düzenin sağlanması demektir.
Bu gün geldiğimiz noktada; dünden bu güne değişen nedir?
Bu gün, geçmişte faili meçhul siyasal cinayetlerin kurbanı olan, C-4 patlayıcılarının ve silah namlularının önüne sürülen hayatları ile hala gerçekleri yazmak için hayatta kalmaya çalışan gazetecileri öldüren faillerin aranıp bulunmasından vazgeçtik. Türkiye'de ve özellikle Güneydoğu'da öldürülen gazetecilerin ölümlerinden ders çıkaramadık.
Özgür Gündem gazetesinin bombalarla havaya uçurulmasının bize öğretisini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında gördüğümüz ve sadece mağduriyetin giderilmesi için ödenen tazminat olarak algıladık.
Bu gün geldiğimiz noktada, alçakça bir cinayetle öldürülen Hrant Dink'in yaşam hakkını ihlal eden bir ülke olarak, aynı zamanda ifade özgürlüğü hakkının ihlali nedeniyle basın özgürlüğünün bulunmadığı ülkelerden biri olduk.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hem yaşam hakkını ve hem de ifade özgürlüğünü aynı ortak paydada değerlendirdiği zaman bunun ne anlama geldiğini anlamak için hiç çaba sarf etmedik.
Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve İnfaz Kanunlarının ne kadar iyi yasalar olduğunu ve hemen yürürlüğe girmesinin şart olduğunu ifade eden Türkiye hakkındaki 2004 yılı İlerleme Raporunun ne kadar hatalı bir tespitte bulunduğunu anlamak için, Avrupa Komisyonunun gerçekleri görmesi için TCK'nun 301'inci maddesinden insanların yargılanmasını ve mahkûm edilmelerini beklemeye gerek yoktu.
TCK'nin bazı maddeleri yüzünden açılan ceza davalarının çokluğundan ortaya çıkan yasal sorunları anlamak ve/veya 301. maddesinden açılan davaların ne kadar azaldığını gösteren istatistiklerle demokrasinin sağlanmayacağını anlamak için geçmişten ders çıkarmak ve çok daha önemlisi geçmiş zihniyetlerden vazgeçmek gerekiyor.
Kanuni Sultan Süleyman hakkındaki "Muhteşem Yüzyıl" dizisi için Başbakan bile olsa yapılan kınamalara ve sanat ve ifade özgürlüğünü ihlal eden herkese karşı, bu diziyi savunmak ifade ve basın özgürlüğünden yana olanların görevidir.
Hala ifade özgürlüğünün tartışılması bile demokratik hukuk devletinin nitelikleri bakımından aranan halkın bilgi edinme ve gerçekleri öğrenme hakkının ihlal edildiğinin açık kanıtıdır.
Ne dersiniz, Kanuni Sultan Süleyman'ın hareminden çıkan olaylar karşısındaki Başbakanın kınamalarından dolayı "muhteşem" televizyon dizisine karşı beklenen; "yargının", "TV sahipleri ve yöneticilerinin", "dizi yapımcılarının ve senaristlerinin" vereceği kararlar ne olacaktır acaba? Kınamaya karşı başta "yargı" olmak üzere nasıl kararlar çıkacaktır?
Bekleyip göreceğiz ve herhalde bütün kararların hepsi "muhteşem" olacak! (Fİ/HK)