TV dizisi "Muhteşem Yüzyıl" için Başbakan Erdoğan, "Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi." diyerek görüşünü belirtti. Ancak bunu söylemekle yetinmeyerek "Ve ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimizin huzurunda kınıyorum. Ve bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyorum." dedi.
Ben ne dizi üzerinde ne de Kanuni dönemi üzerinde yazacağım. Konuya ilişkin benzeri birçok yazı yazıldı zaten. Yazılacağı da geride. Ben konuya bir başka açıdan yaklaşmak istiyorum.
Elbette Başbakan Erdoğan'ın (ve diğer yöneticilerin/siyasetçilerin) bu ve benzeri konularda görüşleri olacaktır. Mesele, başbakanın konu hakkında görüş belirtmesi değil; mesele, görüşlerini dikte etmesi, muhataplara tehditler savurması, yargıyı bir amir hükmünde göreve çağırmasıdır. Ne demek, yargının da gerekli kararı vermesini beklemek? Siz yürütmenin başı olarak yargıdan istediğiniz doğrultuda bir karar bekliyorsunuz! Bunu sıradan bir yurttaşın söylemesi ile erki elinde bulunduranların söylemesi arasında dağlar kadar fark var. Kaldı ki, daha bu yılın eylül ayında BDP'liler için "Yargıya talimat verdik" anlamına gelen şu sözler de Başbakan Erdoğan'a ait: "Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de parlamento'da gereği neyse onu yapacağız." Demek ki Başbakan Erdoğan'ın böylesi açıklamaları zihniyetinin istikrarlı ifadesini ve yönetim anlayışını oluşturmakta.
Gelelim şu ecdadımız retoriğine!
Bugünkü siyasetin tezahürlerinin önemli bir bölümü bana, İttihatçı - İtilafçı çatışmasının devamı gibi geliyor. Kendini Cumhuriyetin kodlarında devam ettiren İttihatçılığa karşın, kendini Yeni Osmanlıcılıkta devam ettiren bir İtilafçılıktan söz edebiliriz. Gerçekten de AKP Hükümetinin dış politikası bir dönem, "Yeni Osmanlıcılık" argümanlarıyla ifade ediliyordu. Ne anakronizm!
Sistemler dokunulmazlarını yaratıyorlar. Kemalizm için Mustafa Kemal nasıl dokunulmazsa, yeni Osmanlıcılar için de padişahlar öyle dokunulmazdır. Gülünç olmasa, bunlar kendi dokunulmazlarının resimlerinin başlarını, Hıristiyan azizleri gibi hareli yaparlar. Öyle ya, tabulaştırdıkları kişilerin kendilerince azizden bir farkı yok.
Osmanlıyı reddeden Cumhuriyet, kendisini övdü ve her ne kadar ders kitaplarında fütuhatçı padişahları olumlasa da, Osmanlı'yı yeren bir kurgu oluşturdu. Osmanlı'yı atlayarak Orta Asya'ya yelken açtı. 1950'lerden itibaren özellikle Demokrat Parti (DP) hükümetinde görev alan tarihçi Faut Köprülü'nün katkılarıyla Türk-İslam sentezi görüşünün öncülleri, resmi ideolojinin içerisine girmeye başladı. Türk-İslam sentezi görüşü, 1980 darbesiyle birlikte resmi ideolojinin egemen matrisi haline geldi.
Yeni Osmanlıcılık, kendini Cumhuriyet karşıtlığında konumlandırmıyor. Ancak Cumhuriyetin küçümsediği ve büyük ölçüde görmezden geldiği Osmanlı'yı, dokunulmaz kılarak yeni bir pakette servis yapıyor. Servisin ana eksenini "Ecdadımız" retoriği oluşturuyor. Söz sanatı açısından şatafatlı olan bu kelime, avamın kulağına hoş geliyor. Tarihçilik, sosyoloji ve siyaset bilimi açısından son derece tehlikeli olan bu kelime, pekâlâ faşizan bir dünyaya da epeyi lojistik sağlayacak mahiyette.
Her şeyden önce bu kelime kategorik bir içeriğe sahip olması nedeniyle toptancı bir ifadedir. Gerek Osmanlıcılar ve gerekse Cumhuriyetçiler, birbirinin zıttı noktalarda bulunuyor gözükseler de, dünya görüşlerinin yöntemi aynıdır: Birileri ecdadımız, diğerleri de Ata'mız toptancılığında tarih, siyaset vs kurguluyorlar.
Bu tarih anlayışının toptancı kavramlarıyla yapılan tahlillerinde insana yer yoktur. Övgü veya sövgüye dayanan tarih ve siyaset anlayışında insan, insan olmaktan çıkarılır; ya müthiş bir kahraman ya da mutlak kötülükten ibaret biri olur. İnsan, robotlaştırılır.
Osmanlıcıların ecdadı herkesten üstündür.
Milliyetçilerin de atası herkesten üstündür.
Osmanlıcıların ecdadı olan Osmanlı padişahları, doğal olarak büyük birer Müslüman ve büyük birer fetihçidir.
Eh, geriye buna göre ahlak kurgulamak kalıyor. İslam'a göre ne haramsa padişah ondan uzak, ne helalse padişah onun içinde oluyor. Padişahların ve saray yaşamının içinden çoğu zaman mevcut olan içkiyi inkâr ediyorlar. Çok kadınlı hayatın somutlandığı harem için kırk türlü laf çeviriyorlar. Beşikteki çocuğuna varıncaya dek boğdurulma olaylarını görmezden geliyorlar. Şu veya bu ölçüde cereyan eden oğlancılık ilişkilerini külliyen reddediyorlar. Hemen belirteyim ki, bunları eleştirdiğim için yazmıyorum. Bütün bunlar insana mahsus ve özellikle imparatorluklar çağının genel karakteristikleridir.
Padişahlar insan değil mi?
Osmancılıktan dem vuran, özellikle avam tarihçilerin gözünde ecdat, kötülüklerden, eksikliklerden, yanlışlardan münezzeh birer azizdirler. Ecdat böylesine 'üstün' ve 'değerli' olunca, ecdadın torunları da bundan nasiplenmiş oluyorlar. Torun, dedesini (ecdadını) överek bir bakıma kendisini de övüyor!
Fatih'i, Yavuz Selim'i, Kanuni'yi ecdadımız övgüleriyle yere göğe konduramayanlara soruyorum: I Mustafa, Sarhoş Selim, Deli İbrahim, IV. Murat, V. Murat ecdadın değil mi? Çocuklarını boğduran, babalarını zehirleyen padişahlar ecdadınız değil mi?
Millete kurgu olarak sundukları bir hayatı kendileri yaşayamayan bu Osmanlıcılık taslayanlar, bizlere padişahlar için kendi kurguladıkları hayatı yaşanmışlık olarak sunuyorlar. Bu bir riyakârlıktır! Osmanlı büyük bir imparatorluktur ve böyle bir imparatorluğu ecdat edebiyatı üzerinden anlatmak en hafif deyimle ayıptır! (HŞ/NV)