Binyıllardır aynı isimle anılıyor, “Hısn Keyfa” ya da Türkçe adıyla “Hasankeyf”. Neredeyse 12 bin yıldan bu yana bilinen bir yerleşim yeri. 9 bin yıldan bu yana Mezopotamya medeniyetlerinin vazgeçilmez kenti. Bizans’ın doğudaki kalesi, İslamiyet döneminin paylaşılmaz başkenti ve Osmanlı’yla birlikte günden güne yitirilen Hasankeyf.
Bilinir ki Dicle Nehri, Elazığ yakınlarındaki Hazar Gölü’nden çıkar. Ancak esas kaynağını, Diyarbakır’a bağlı Dicle ilçesi yakınlarında bulunan bir mağaradan çıkan ve debisi oldukça yüksek olan bir su kaynağından alır. Dicle’nin nehir haline geldiği bu mağaranın ağzından itibaren Basra Körfezi’ne kadar olan akış güzergâhı, inanışa göre Danyal Peygamber tarafından çizilmiştir. Rivayete göre, tanrı Danyal Peygamberi gönderir ve der ki: “Elindeki asa ile suyun çıktığı mağaranın ağzından itibaren başlayarak bir çizgi çiz, su arkandan gelir. Ancak, yetimlerin, dul kadınların, fakirlerin, yoksulların ve vakıfların malına ve mülküne yetiştiğin zaman güzergâhını değiştir ki su bunlara zarar vermesin.”
Danyal Peygamber, bu tanrı buyruğuna riayet ederek, Dicle Nehri’nin güzergâhını, çıktığı noktadan itibaren, asası ile Basra Körfezi’ne kadar çizer. Suyun akışı bazı yerlerde yukarda belirtilen özelliklere sahip mal ve mülklere isabet ettiği zaman, Danyal Peygamber buyruğa uygun olarak suyun yönünü çorak ve verimsiz bir alandan geçecek şekilde değiştirir. Bu nedenle Dicle Nehri’nin, çıktığı yerden itibaren Basra Körfezi’ne kadar olan akış güzergahının birçok yerinde zikzaklar ve menderesler vardır. Bu nehir üzerindeki kıvrımların çok oluşu ve hiç kimseye zarar vermeyecek şekildeki akışında bir peygamber elinin bulunduğu inancı hâkimdir. Bu nedenle Dicle Nehri, her zaman ve her devirde kutsal bir nehir olarak değerlendirilmiştir.
Dicle Nehri’nin en gösterişli kanyon görüntüsünün olduğu vadi de Hasankeyf’e denk düşer. Adeta coğrafyasıyla örtüşmek adına birbirini tamamlamıştır bu şehrin eserleri.
Hasankeyf Kalesi’nin eski çağlardan beri yerleşim yeri olarak kullanıldığı mağara yapılarından anlaşılmaktadır. Ancak kale olarak kullanılmaya başlanması daha çok Bizanslılar dönemine denk düşer. Kale, yekpare taştan yapısı nedeniyle çok korunaklı olması, üzerindeki tarihi eserler, gizli yollarla nehre inilmesi ve kaleye çıkan yol üzerindeki zarif, muhteşem taş kapısıyla dikkat çeker. Kaleye doğudan merdivenli bir yolla ulaşılır. Bu yol, hemen başında bulunan oyma taşlardan yapılmış kitabeden anlaşıldığı kadarıyla Eyyübiler’e aittir.
Kalenin kuzeydoğu ucunda dev bir kule gibi yükselen Küçük Saray yer alır. Kalenin dikkate değer özelliklerinden biri de, gerek Artuklular gerekse Eyyübiler döneminde buraya su çıkarılmış olmasıdır. Asırlarca kale bu suyla hayat bulmuş. Bu suyun kesildiği olağanüstü zamanlarda kalenin kuzeyinde yer alan merdivenli yollarla nehirden su alınmış. Kalenin sarp ve mukavim olması nedeniyle silah zoruyla ele geçirildiği hiçbir kayıtta yazılmıyor.
Tarihi kaynaklarda Hasankeyf köprüsünün 1116 tarihinde Artuklu Fahrettin Karaaslan tarafından yaptırıldığı yazılı. Ancak Hasankeyf 638 yılında Müslümanlarca fethedildiği sırada da bir köprüden bahsedilmekte. Bu nedenle köprünün antik bir temel üzerinde yapılmış olması sürpriz olarak sayılmamalı. Kemer açıklıkları itibariyle ortaçağda yapılan taş köprülerin en büyüğüdür. Ortadaki büyük kemeri taşıyan iki orta ayağın arasındaki açıklık 40 metredir. Doğu ve batıdaki küçük kemerler dışındaki ortadaki büyük kemerler şimdilerde tamamen yıkılmış durumdadır. Araştırmalara göre köprünün en büyük kemerinin ortası ahşaptanmış! Düşman şehre saldırdığı zaman bu ahşap kısım yerinden kaldırılır, düşmanın şehre girişi engellenirmiş. Bu özellik köprünün ömrünü kısaltmış. Köprünün önemli özelliklerinden biri de orta ayakları üzerinde yer alan ve on iki burcu simgelediği tahmin edilen figürlerdir. Bir ikisi dışında tahrip olmuş ve şekil olarak ne ifade ettikleri anlaşılmaz hale gelmiştir. Köprünün ne zaman yıkıldığı ise bilinmemektedir.
Dicle Nehri’nin doğusunda köprü ayağına yakın bir mevkide El Rızk Camisi yer alır. Portal girişindeki kitabeden eserin, 1409 yılında Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Bugün camiden sadece minare sağlam kalmış. Kısmen yıkılmış portal giriş kapısında yer alan kitabenin altında bitkisel süsler arasında Allah’ın doksan dokuz ismi yazılmış. Caminin önemli özelliklerinden biri de cami minaresinin çift yollu olmasıdır.
Bir başka cami Sultan Süleyman Camisi’dir. Minare şerefeden itibaren bilinmeyen bir tarihte yıkılmış. Minare, kuşaklara ayrılmış, kuşaklar farklı bitkisel süslerle bezenmiştir.
Sultan Süleyman Camisi doğusunda yer alan bir diğer cami Koç Camisi’dir. Genel özelliklerinden, alçı süslemelerinden Eyyübiler’e ait olduğu sanılmaktadır. Yer yer sökülmesine rağmen Hasankeyf’te en canlı alçı süslemelere sahip eserdir. Kitabesi olmadığından kesin olarak kimin tarafından yapıldığı bilinmemektedir.
Suyun karşı tarafında Zeynel Bey Türbesi vardı, taşındı. Kısa bir süre Hasankeyf’te hâkim olan Akkoyunlular’a ait tek eserdir. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey’e ait olduğu üzerindeki kitabeden anlaşılmaktadır.
Kaledeki Ulu Cami Eyyubiler’in Hasankeyf’teki ilk eseridir. 1325 yılında Süryaniler’den kalma bir kilise kalıntısı üzerine inşa edilmiştir. Yapı gibi minaresi de genellikle moloz taşlardan yapılmıştır. Minarenin kuzeyinde bulunan alçı süsleme ve kitabe dikkate değerdir. Cami minberinden günümüze ulaşan ahşap kitabe, yazısı ve oyma süsleriyle günümüze ulaşan nadir parçalardan biridir.
Kalenin kuzeydoğu ucunda yer alan Küçük Saray, aşağıdan itibaren yontulmuş kaya kütlesi üzerinde inşa edilmiştir. Eyyübiler’in Hasankeyf’teki ilk eserlerinden biridir. Kuzeye bakan cephedeki pencerenin üstünde iki aslan kabartması, bu kabartmaların ortasında kufi levhalar yer almaktadır. Sarayın kuzey ve batı cephelerinde alçı süslemelerin izlerini bugün de görmek mümkündür.
Kalenin kuzeyinde Ulu Camisi’nin altında Büyük Saray yer alır. Büyük ölçüde yıkılmış ve göçükler altında kalmıştır. Yapının en önemli özelliği, binadan bağımsız, giriş kapısının karşısında dikdörtgen bir kulenin yükseliyor olmasıdır. Burası kesme taşlardan örülmüş, köprüden olduğu gibi taşlar madeni kramplarla birbirine kenetlenmiştir. Burasının gözetleme kulesi veya yıldırımlık görevi gördüğü tahmin edilmektedir.*
Sadece bu yapılar değil, Hasankeyf’teki 5 binden fazla mağara, çevresindeki 200’ün üzerinde, henüz altında ne olduğu dahi bilinmeyen höyük, Hasankeyf’te 13. yüzyıldan öncesine ait kazı çalışması yapılmadığı için henüz altında binler yıl öncesinden kalan ve ne olduğu bilinmeyen tarih, bir şafak vakti kenti yutarcak suyun hükmü altına girecek!
Bu yokoluşa sessiz mi kalacağız? Yoksa Hasankeyf’e sadakat mi göstereceğiz?
Kırgız edebiyatının usta yazarı Cengiz Aytmatov demişti ki; “İstediğiniz yere 100 yeni baraj yapabilirsiniz. Ama bir antik kent yapabilir misiniz?”
Evet şimdi aynı noktadayız. Hep birlikte soralım o halde; zamane teknolojisinin bütün maharetini kullansanız bile bir antik kent yapabilir misiniz? Yapamazsınız tabii! Ama yıkar, yok eder, suya gark edersiniz, hem de allayıp pullayarak ustaca...
Geçtiğimiz günlerde beş asırlık Zeynel Bey Türbesi, inşa edildiği günden bu yana beş asırdır yerli yerinde duran Zeynel Bey Türbesi iki kilometre ötedeki adına kültürel park denen bir alana taşındı. Üstelik sanki marifetmiş gibi “bir başarı” örneği olarak medyaya servis edilerek.
Aralarında; Artuklu Hamamı, Ortakapı, El Rızk Camisi, Süleymanhan ve Kızlar Camisi olmak üzere sekiz yapının daha önümüzdeki günlerde aynı yöntemle belirlenen alana taşınacağı dile getiriliyor...
İyi de orta yerde duran çıplak soruyu kimse sormuyor. Sorsa da zaten cevap verecek cesarette kimse yok! Peki o binler yıllık mağara evler, altında henüz ne olduğu tespit edilememiş, envanteri dahi çıkarılmamış höyükler ve dahi binlerce yıldır yaşanmış hayatlar!
İşte sanırım çıplak gerçek bu!
Aslında köklerinden koparılmış, kadim mekânından vareste tutulmuş birkaç tarihi ve kültürel miras eserini yersiz-yurtsuzluğa mahkûm etmekle kalmayıp, hayatın bizatihi kendisini sicilden düşürüyorsunuz.
Belki de Semih Gümüş’ün “Yalnızlık Kime Benzer” romanında vurguladığı gibi; sanki “doğduğumuz anda ölmeye de başlıyoruz” bu kadersiz coğrafyada!
Ve dahi; “kurtarıcıların hiçbir şeyi kurtaramayacağı her şeyin daha kötüye gideceğinden belli değil mi?”
Kaba, sonradan görme, türedi zenginlikle alabildiğine “küstahlaşmış” ve özgürlükten asla nasibini almamış, hatta özgürlüğün ajandalardan silindiği tuhaf zamanları yaşıyoruz!
Hasankeyf’in “acısı, belki yıllar sonra gösterecek yarasını”. O vakit aklımıza geldiğinde, ya da tarih kitaplarından okuduğumuzda; “Suyun altında kaldım, bir bölümüm de parka çekildi. Siz yine de beni bana soracak olursanız eğer; iyi olduğumu düşünün yeter” diyecektir suyun altından, dostlarına “yarasını gösterir gibi”. (ŞD/AS)
* Semih Gümüş, Yalnızlık Kime Benzer, Can yy. 2017, İstanbul