12 Haziran Genel Seçimleri öncesinde bu seçimlerle oluşacak meclisin anayasa yapma hakkına sahip olamayacağını ve oy verenlerin bu seçtikleri vekillere bu yönde bir yetki vermedikleri düşüncesini savunmuştum.
Halen de aynı düşüncedeyim. Çünkü mevcut 12 Eylül Darbe Anayasası, antidemokratik Seçim Yasası ve lider sultası yaratmaya olanak tanıyan Siyasi Partiler Yasası, bunların belirlediği kurallarla meclise gelecek olan milletvekillerinin toplumun tümünü yansıtması, uzlaşmasını sağlayacak bir anayasa yapması beklenemez.
12 Haziran'da oluşan meclisin, bugün BDP çatısı altında birleşmiş olan bağımsız adayların aldığı oyların üzerinden toplumun çoğunluğunu temsil ettiği ileri sürülse de bu iddia gerçeği yansıtmamaktadır.
Öyle olmasaydı, yani toplumun tümünün oylarıyla seçilmiş bir meclis oluşsaydı bile, yine bu meclisin anayasa yapma göreviyle yükümlü olduğu işleri sürülemez. Çünkü seçimlerde oylar asıl olarak siyasi partilere verilmektedir. Mevcut Siyasi Partiler Yasası ise milletvekillerinin nasıl belirleneceği konusunda tüm yetkiyi parti liderlerine bırakmaktadır. Liderinin dediğinin dışına çıkamayan milletvekillerinin ise yalnızca kendilerine oy veren kesimlerin düşüncelerini değil, toplumun tümünün uzlaşmasını sağlayacak bir anayasa metnini, yaratacağını beklemek olsa olsa bir "ham hayalcilik"tir.
Bunları bilen ve göz önünde tutan hiç kimse, bu meclisin, bu haliyle toplumun tümünün uzlaşmasına dayanan bir anayasa yapabileceğini söyleyemez. Bu açıkça ve çok yüksek sesle ifade edil(e)memektedir. Eğer bu meclis bir anayasa yaparsa bu o zaman somut olarak görülecektir. O yüzden anayasa tartışmalarının başladığı bu anda bu görevi meclisteki milletvekillerine bırakmanın bir "oldu bitti"ye gelmekten başka bir anlamı yoktur.
Bunu söz konusu anayasanın çözmesi beklenen "Kürt Sorunu"nun çözümünün çok acil ve yakıcı bir görev olduğunu bilerek de söylüyorum. Çünkü mevcut meclis ortamı, sahip olunan koşullar, örneğin sınır dışı harekât'a dair meclis teskeresinin oylanması örneğinde görülen sınırlılıklar, bu yolla yapılacak bir anayasanın sağlayacağı çözümün, hep olduğu gibi "parmak çoğunluğu" temelinde şekillenecektir.
Dolayısıyla yapılacak anayasa aslında bu yakıcı sorunu da çözemeyecektir.
Benimsenmeyeceği ve uygulanamayacağı yolundaki öngörülerime karşın, yukarıda saydığım nedenlerle anayasanın yapılması için meclis dışında bir yöntem bulunması gerektiğini savunuyor ve bundan geri adım atılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Toplumsal uzlaşma "çoğunluğa" dayanamaz
Aslında son kertede "çoğunluğun dediğinin olduğu" demokrasi uygulamalarında böyle bir uzlaşmayı yansıtan anayasalar yapılması da olası değildir.
Ne yazık ki bazı aydınlar, bilim insanları ve özgürlük ve demokrasiden yana oldukları kuşku götürmeyen bazı "solcu"lar da anayasanın bu meclis üzerinden yapılmasına dair düşünceler üretmeye ve bu düşünceler doğrultusunda çeşitli işbirliklerini gündeme getirmektedirler. Buna dair düşüncelerini farklı ortam ve olanaklarla ifade de etmektedirler.
Mevcudun "çok kötü" olması ve bunun mutlaka değişmesinin hem bir "ihtiyaç" hem de savunulması gereken bir "doğru" olmasına karşın, bunu sağlamayı "yanlış" bir yöntem üzerinden giderek yapmanın, en azından sorunu çözemeyeceği, dahası bu yönde işbirliğinde bulunanları da tarihsel bir sorumluluk altına da sokacağı öngörülmelidir.
Bir başka tehlike daha vardır. O da bu şekilde yapılan bir anayasa asla bir "darbe anayasası" olarak değerlendirilmeyecek, tersine tüm anti-demokratikliğine karşın "demokratik" yollarla düzenlenmiş bir anayasa olarak algılanacak ve kabul edilecektir ve buna dair eleştiri ve yakınmalar sonraki dönemlerde asla dikkate alınmayacaktır. Böyle bir anayasa çözüm üreten bir metinden çok sorun yaratan bir metin olacaktır.
Peki ne yapılmalı?
O zaman anayasaya dair nitelemeleri ve buna koşut beklentileri başka bir noktada şekillendirmek gerekir. Bu da her anayasa için en üst değerler olarak belirlenen "özgürlükçülük, demokrasi ve hukukun üstünlüğü" ilke ve kurallarının ötesinde bir yerdir.
Bana göre bu niteleme yukarıda sayılanların üzerinde, şimdilerde pek çok alanda, daha yoğun ve yaygın bir şekilde dile getirildiği üzere "hak temelli yaklaşım"dır.
Yapılacak anayasa partilerin tabanlarının beklenti ve taleplerine koşut bir şekilde değil, "hak temelli yaklaşımı" gerçekten var edecek şekilde yapılmalıdır.
"Hak temelli" bakış açısının ne olduğuna dair çok sayıda kaynağa ve örneğe ulaşmak olasıdır. Sağlık alanında bu yaklaşımın ilke ve kurallarının neler olduğunu ortaya koyan çok sayıda yazı yazdım. Sağlık alanı dışında da yine hak temelli yaklaşımın unsurlarını, sıklıkla somut örneklerden yola çıkarak anlattım.
Anayasanın içeriğini tartışmak ve değişik kesimlerin çıkarlarını savunacak yaklaşımlar yerine, mevcut kaynaklardan yararlanarak "hak temelli bir bakışla hazırlanmış bir anayasa"nın nasıl hazırlanacağına, ilkelerinin neler olması gerektiğine dair somut çalışmalar yapılmalı ve ortaya konulmalıdır. Bunu yapmak çok da zor olmadığı gibi çok uzun da sürmeyecektir.
Bu yaklaşımın benimsenmesinin toplumun tüm kesimlerinin herhangi bir "çoğunluk" unsurunun aranmadan katılımıyla yapılmış bir anayasa da olacağı gibi, sağlayacağı en önemli yarar, toplumda var olan ama asla yeterli çoğunluğa ulaşamayacak toplum kesimlerinin de bu uzlaşma metni içinde yer alma olanağını sağlaması olacaktır.
Bunun kadar önemli bir başka sonuç da küresel kapitalizmin, yani "emperyalizm"in gündelik yaşama dair saldırılarının en azından kavramsal ve ilkesel olarak böyle bir metinle topluma sokulmuş bir "hançer" olarak mutlaklaştırılmasının önlenmesi olacaktır.
Meclis çoğunluğunun sosyali ekonomik ve toplumsal yaşama dair benimsediği, ortaya koyduğu ve uyguladığı politikaların, yapılacak anayasaya yansımaması beklenemez. Bunu önleyecek tek norm söz konusu yaklaşımın benimsenmesidir.
İkiz Sözleşmelerin Özü
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni yalnız bir dilekler manzumesinden ibaret olmaktan çıkaran ve küresel ölçekte toplumların ve insanların yaşamlarını düzenleyen "ikiz sözleşmeler"(1) hak temelli yaklaşımın ana ilkelerini ortaya koyan, Türkiye'nin altına imza koyduğu şu andaki anayasa çerçevesinde bir iç hukuk normu haline gelmiş metinlerdir. Bunlardan özellikle ikincisi yani "Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme" içerdiği yaklaşım ve uygulamaya ilişkin koyduğu kurallar itibariyle çok temel bir hat ortaya koymaktadır.
Ama mevcut anayasanın kendisi dahil, çeşitli yasalarda konulan kuralların bu sözleşmelere özellikle de ikincisine tümüyle uygun olduğu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla "Hak Temelli Bir Anayasa"nın hem öz olarak, hem de somut uygulamadaki karşılıkları olarak yapılacak anayasa için yeğlenmesi temel kural olmalıdır. Bu bir "taraflar arası uzlaşma metni"nden çok toplumun içinde olup temsil edilemedikleri için taraf olamayanlarında taleplerini yansıtan ve buna uygun bir metin olması anlamına gelir.
Ancak söz konusu sözleşmelerin belirlediği kurallarla ilgili olarak, ne iktidardaki partinin, ne de muhalefetteki partilerin benimsediği topluma dair düşünceleri, önerdikleri ve hatta uyguladıkları arasında somut bir koşutluk yoktur.
Dolayısıyla eğer mevcut meclis üzerinden bir anayasa yapımı söz konusu olacaksa, bu mecliste bulunan partilerin tabanları ve onları destekleyenlerin çıkarlarını uzlaştıracak bir anayasa yerine, toplumun tümünü uzlaştıracak bir anayasa üzerinde herhangi bir tartışmaya girmeden ve bunlarda belirlenen haklardan geri adım atmadan bir çalışma yürütülmeli, anaysanın geriye düşülmeyecek "kırmızı çizgiler" bu noktaya çizilerek belirlenmelidir. (MS/AS)
(1) "Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme" (International Covenant on Civil and Political Rights) ve "Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme" (International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights)