On yıldan fazla bir zaman geçmiş olmalı! Dêrsim ve Mardin’den iki elektronik posta almıştım. İletişim Yayınlarında çıkan sözlü tarih kitaplarımı (Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, İsyan Sürgünleri ve Amidalılar-Sürgündeki Diyarbekirliler) okuyan duyarlı Dêrsimli okurlar “Hocam keşke bizim buralarla ilgili de bu tür çalışmalar yapsanız” diye yazmışlardı. “Benim sizin oralarla ilgili yazmam ancak bir gözlem ya da okumalar üzerinden olabilir. Mekâna, insana, hayata ve yaşanmışlıklara dair ancak mekânların ruhunu bilen içerden arkadaşlar tarafından yazılabilir. Ki biliyorum tez zamanda ilk örnekleri de çıkacak,” demiştim.
Nitekim öyle de oldu! Başta Haydar Işık ve Haydar Karataş gibi edebiyatçılar olmak üzere, Kazım ve Nezihe Gündoğan ve daha başka arkadaşlar çok nitelikli edebi değerleri olan sözlü ve yerel tarih çalışmaları ile edebiyat örnekleri yazdılar, yaptılar, yapıyorlar.
Ben size işte bunlardan son okuduğum iki kitap üzerinden birkaç cümle yazmak istiyorum.
Biri şimdiye dek ilk kitabını okuduğum (kitabın iç kapağında yazdığına göre zaten ilk ve tek kitabı imiş) Hasan Hayri Ateş’in “Kör Kuyuda Tufan”* romanı.
Diğeri de; edebiyatını büyük keyif alarak okuduğum “Gece Kelebeği” ve “On iki Dağın Sırrı” ile edebiyatının gücünü kanıtlayan Haydar Karataş’ın “Ejma’nın Rüyası”** kitabı.
Her iki kitap da; Hasan Ali Toptaş’ın o güzel kitabına ad olduğu gibi Kuşların yasına gittiği bir acılı coğrafyadan sesleniyor okura.
Şaşıracaksınız ama! İki kitabı birlikte okuyup sonra bir hafta dinlenip ne yazayım diye düşündüğümde… İki kitabın hikâyelerinin o denli birbirine karışıp yoğrulduğunu duyumsadım ki. İyisi mi bu denli kendi içlerinde içselleşerek bana değen iki kitap birlikte dile gelsinler istedim.
Kör Kuyuda Tufan’da karakterler o denli sahici ki; roman boyunca çocukluğundan başlayarak en yakınındakiler dâhil kin ve öfkenin örneği olan Berzo’yu o kadar hayatın içinden buluyorsunuz ki.
Ya da tam tersinden hayata bakan Memo’yu! Bertal, Bawşen, Apê Xıd, Ğezale, Civo ve diğerleri…
Zamanın çarkının kırıldığı coğrafyada yaşayan hemen herkesin sanki eceline koşmak için özel bir gayret gösterdiğinin tanığı oluyorsunuz. Oysa hayatları insana “dar etme” meramında olan muktedirlerin her daim tam da bu minval üzre politikalarını bina ettiklerini bilerek ya da bilmeyerek.
Haydar Karataş bir söz, kelam efsuncusu, büyücüsü sanki.
Ejma’nın Rüyası’nda sanki Perperika Söe ve On İki Dağın Sırrı’nda kaldığı yerden sürdürüyor hikâyeyi.
Tek başına Ejma karakteri üzerinden, söz alıp başını gidiyor. Hayatın insana kendi öfkesinden kurtulabildikçe, dinginleşebileceği olgunlaşabileceğinin anlatısı…
Hani şarkı sözünde dile geldiği gibi;
İnsan (dediğin) her cefaya katlanır (da) / Kötülerin gölgesi (dahi) olmaz gibi!
Öyle bir coğrafyadan edebiyat yapılıyor ki! Acının sahici yurdundan seslenmenin söze, kelama, yazıya değen yüzü gibi!
Gürültünün yayılarak dalga dalga duyulduğu, ama hayatın sadece hissiyatlar üzerinden kendine yol haritası çıkardığı bir mekânlar manzumesinden seslenişin edebiyatı…
Bir adam görmüş hayli vakit evvel, eli kalem tutan biri! İçindeki canavarı (sıkıca) bağlamış ardı sıra sürüklüyormuş.
Yanına gidip, sormuş:
-Amca nereye, demiş.
“Evlat, çok öfkelendi, Masalcıya götürüyorum, biraz hikâye anlatsın ona, öfkesi dinsin. Uyutmuyor geceleri…”
Ağzı açık ardından bakakalmış eli kalem tutan!
Ne mutlu, ne mutlu ki içindeki canavarı görüp de çaresini de bilebilene…
Oysa zaman öyle mi!
Tanrıların tahtını insanlar ele geçireli beri, zalimliği de güç olarak yanına ekleyiverdiler.
Budur ol hikâyat…
Okuyun, hem sade Dêrsim’in Edebiyatını, hikâyelerini değil! Diğer yerlerin de… (ŞD/EKN)
---------------------------------------
* Hasan Hayri Ateş, Kör Kuyuda Tufan, dipnot yayınları, 2017 Ankara.
** Haydar Karataş, Ejma’nın Rüyası, NotaBene Yayınları, 3. Baskı 2017, İstanbul.