Avrupa Parlamentosu Türkiye Raporu tepkiyle karşılandı.
Tamamen sipariş üzere hazırlanmış bir rapor olduğunu söyleyen Başbakan, "Bu raporda bir defa denge diye bir şey söz konusu değil. Kusura bakmasınlar, hazırlayanların da dengeli olduğuna inanmıyorum. Çünkü Türkiye'deki basın özgürlüğünü o ifadeler bir defa ortaya koyamaz. Çünkü o ifadeler Türkiye'deki basın özgürlüğünü anlatmıyor" dedi.
Raporu adil ve objektif bulmayan Başbakan'a göre, Türkiye'de basın mensubu olup da içerde olan 27 kişiden hiçbirisi yazdığından ve hazırladıkları haberlerden dolayı içeri girmemiş. İçeri giriş sebepleri "...terör örgütleri ile ilişkiler, hükümet yıkmaya yönelik attıkları adımlar vesaire"...
Aksi fikirdeyim. Başbakan gibi düşünmüyorum.
Basın özgürlüğü evrenseldir. Ülkelerin koşullarına göre değişmez. Ülke koşulları ifade özgürlüğüne göre değişir. Başbakanlara göre değişmez. Çünkü ifade özgürlüğü tüm hak ve özgürlüklerin omurgasıdır. Ülke koşulları basın özgürlüğüne sağlanan özgürlük koşullarına göre demokratikleşir veya o ülke demokratik değildir. Bu kadar basittir.
Son tanık olduğum suç isnadı altındaki gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık sorgusunda onlara yazdıkları ve yazacakları, kitapları, haberleri, neden yazdıkları soruldu. Yani gazetecilikleri sorgulandı, hayatları sorgulandı.
Denge nerede aranır?
Ceza yasalarında kusur, suçun kurucu unsurudur. Eylemin suç olup olmadığını anlayabilmek için fiilin kusurlu bir irade ile işlenmiş olup olmadığına bakılır.
İkinci Dünya Savaşı öncesi Alman doktrini tarafından savunulmuş bir anlayışa göre, kusurluluk, işlenen eylemle sınırlı olarak anlaşılmıyordu. Kusurluluk, failin karakteri, onun yaşayış tarzı ile ilgili bir nitelikti. Failin kusurlu olup olmadığını saptayabilmek için, eylemin kişiliğine uyup uymadığına bakılıyordu. Eğer, eylem, failin kişiliğine uyuyorsa ve onun sahip olduğu anlayışı ortaya koyuyorsa kusurlu sayılırdı. Artık o kişi suç işlemiş demekti veya işlendiği ileri sürülen fiilin faili kabul edilirdi. Failin geçmişteki bütün davranışları, kurduğu ilişkiler göz önünde tutulur ve eğer koşulları varsa fail, eylemdeki kusurluluğu dolayısıyla değil, fakat yaşayış tarzındaki kusurluluğu nedeniyle sorumlu tutulurdu. Eylem, failin kişiliğine uygun düştüğünden dolayı failin kusurlu sayılacağı hakkındaki bu mantık, ceza hukukunda çoktan terk edilmiştir.
Bu anlayış sürerse, bu her kişi yaşamı, görüşleri, yazdıkları, yazacakları, niyetleri, gelmişi ve geçmişi ile her an ve her türlü suçla suçlanarak "suçlu" yapılabilir.
Kusurluluğu son derece geniş bir şekilde anlayan bu görüş, kabul edilemez.
Ceza hukuku bu anlayışı terk etmiştir. Çünkü eğer kusurluluk, failin karakteri, onun yaşayış tarzı ile ilgili bir nitelik olarak anlaşılırsa, devlet otoritesi kişiler aleyhine genişletilmiş demektir. Yani Devlet kutsaldır ve bu kutsallık karşısında birey, sadece bir hiçtir.
Bu görüşü benimsemek çok tehlikelidir. Bu yöntem kişileri ceza hukuku bakımından koruyan değil; kişileri kendi değer yargılarına, kendi dünya görüşlerine göre suçlu kabul eden ve itham eden sistemin sonucudur. (Prof. Dr. Uğur Alacakaptan. Suçun Unsurları. Ankara. 1975)
Ceza hukuku doktrininde özellikle siyasi suçlarda, fikir ve niyetin bir şekilde belirlenmesiyle failin cezalandırılmasına yol açan iradi (sübjektif) anlayış, günümüzde terk edilmiştir.
Ceza hukukunda bu tür otoriter akımlara karşı çağdaşlık; "kusursuz suç olmaz" ve "kimse düşüncesinden dolayı cezalandırılamaz" ilkesi arasında kurulacak bir dengenin ceza hukukunun ana felsefesi olarak kabul edilmesi gerekir.
Aksi takdirde, denge bozulur. Kişi kutsal devletin suçlamalarıyla baş edemez.
Tüm suçlar açık ve net olarak ve hiçbir kuşkuya yer vermeyecek açıklıkta tarif edilmelidir.
Ceza normunun koruduğu hukuksal menfaat tartışılmaz biçimde gösterilmelidir.
Çünkü ceza normunun getirdiği yasak kuralı, korunan hukuksal yararı ihlal edeceği öngörülen eylemi belirlediğine göre ceza hukuku aslında; cezalandıran değil, hakları koruyan bir hukuktur. Öyle de olmalıdır.
İşte bu yüzden Sayın Alacakaptan'ın ifade ettiği gibi zorunlu olmadıkça suç yaratılmamalıdır.
Ceza normu artık Devleti ya da onu temsil eden yasama, yürütme ve yargı erklerinin gücünü ve egemen moral değerleri korumak, kişinin suç işlemesini önleyerek toplumu savunmak gibi bir işleve sahip olmaktan çıkmıştır. Onun yerini, insan haklarının ve demokratik hakların saldırıya uğraması ve bozulmasını önlemek işlev ve amacı almıştır. (Güncel Hukuk. Sayı. Mart 2011/3-87)
O yüzden yasa koyucular, insan haklarını ihlal eden suçlar yaratmamalıdırlar.
Özgürlükçü ceza hukuku bağlamında, politik güç, suç ve ceza koymakta ve bunlara ilişkin kural ve ilkeleri saptamakta sübjektif bir hakka değil, aslında göreve sahiptir. Bu görevi ise hukuk devleti ilkeleri ile sınırlıdır.
Kim hukuk devleti ilkeleri olarak belirlenen sınırları aşarsa, kim olursa olsun dengesizdir. (Fİ/EÖ)