18 Eylül 2011 sabahı saat 06.30 sularında Kayseri'nin Pınarbaşı ve Sivas'ın Gürün ilçeleri arasındaki karayolunda, Van'dan İstanbul'a tutuklu ve hükümlü götüren cezaevi aracında çıkan yangında... Haber, çok basit bir yangın haberinin girişi gibi başlıyor... Ama sonucu "basit" değil. Haberin devamı "...askerler kapıları açamadığı için cezaevi nakil aracında bulunan Abdülsetter Ölmez (35), Sinan Aşka (18), İsmet Evin (33), Akif Karabalı (24) ve Medeni Demir (47) isimli tutuklu ve hükümlüler feci şekilde yanarak hayatını kaybetti."
Haberlere göre, Van-İstanbul yolunda içeride kilitli olanların ayrıca "kelepçeli" olduğunu öğreniyoruz. Aracın birçok kez bakıma alındığını ve sürekli "arıza" yaptığını okuyoruz. Bütün anahtarlar aynı yerde... Yangın başladığında, bir türlü doğru anahtarlar bulunup da kilitler açılamıyor. Neden kilitler açılamadı sorusunun yanıtı, aracın kilidi zamanında açılmadı. İşte bu kadar "basit". Bir olayın açıklamasında, "basit" kelimesinin, bu kadar çaresiz ve kifayetsiz kaldığı ama o denli insanı isyana sürükleyen bir anlamı daha olmuş mudur acaba?
Bazı haberleri okuyunca insanların kanı donuyor.
Bu ölümler için "Bu kaza nedeniyle çok üzgünüz. Oldu bir kere, kim ister insanların ölmesini, kurtaramadık." denecek kadar "basit" midir?
Cezaevi aracı içinde cayır cayır yanarak kilit altında ölenlerin acıları ve böyle ölmeleri; "takdiri ilahi" sözleri ile asla açıklanamayacak kadar dehşet verici bir vahşettir.
Bu nasıl bir hukuk, nasıl bir ceza hukuku düzenidir ve nasıl bir adalettir?
Cezaevinden mahkemeye götürülmeniz mevzuatın buyruğu. Yargılanmanız için hâkim önüne çıkarılacaksınız, bu sizin hakkınız ve hukukun gereği. Bunu yerine getirilmesi için cezaevi aracında yola çıkarılacaksınız. Kilitleyip cezaevi aracına konuyorsunuz ve Van'dan İstanbul'a yolculuk başlıyor... Araçta yangın çıkıyor, kilit altında cayır cayır yanarak ölüyorsunuz!
Kaybettiği kimliğinden dolayı hakkında açılan davadan "yol tutuklaması" (ne demekse!) nedeniyle "tutuklu" kişiymiş İsmet... İfadesi alınmak üzere İstanbul'a götürülüyormuş. İsmet Evin'in dayısı İsmail Evin, yaşananların bir "katliam" olduğunu söylüyor. Daha önce yeğeninin İstanbul'a götürülmesi ve ifadesinin alınması için iki kez sözlü olarak cezaevi yetkilileriyle görüşmüş. Evin, "İsmet'in tek suçu kimliğini kaybetmesiydi. Kimliğini bulanların yaptıkları bir işlemden dolayı ifadesinin alınması gerekiyordu. Bunun için gözaltına alındı. Uzun zamandır bekletiliyordu. Biz iki kez gidip yetkililerle görüştük. Yanına iki askerin verilerek, uçakla götürülmesini istedik. Masraflarını karşılayacağımızı söylememize rağmen kabul edilmedi. İşte götürüp, böyle bir katliamla yaktılar. Bunun hesabını soracağız" diye konuşmuş.
Ölenlerin yakınlarının sözlerini kim durdurabilir? Suç duyurusunda bulunacaklar...
Cezaevi aracından, araca alınan yakıttan, aracın modelinden, araç bakımının yapılıp yapılmadığından, aracın sürekli arızasından, kilitlerin ve kelepçe kilitlerinin sağlam olup olmadığından, araç kapısının kilidinden, "mevzuat gereği" kimler, neden sorumlu tutulacak? Kimler, neden sorumlu olmayacak? Yaşamların cayır cayır yanmasından sorumlu tutulacaklar sadece bu insanları cezaevi aracına kilitleyenler ve kilidi açamayanlar mıdır?
Mevzuat gereği yanarak ölenlerin ölümlerinden sorumlu olanlar, sadece kilitlerden sorumlu olanlar mıdır?
Birleşmiş Milletler tarafından 19.12.1966 tarihinde imzayla açılan Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, 03.01.1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Geç olmuştur ama Türkiye imzaya açıldığı tarihten itibaren 34 yıl ve Sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 24 yıl sonra imzalamıştır.
Türkiye, bu sözleşmenin 4.6.2003 tarihli 4868 sayılı yasayla "onay" kanununu çıkarmıştır. Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin onay belgesi Türkiye tarafından 15.09.2003 tarihinde depo edilmiştir. Böylelikle 15.12.2003 tarihinden itibaren bu sözleşme Türkiye için hüküm doğurmaya başlamıştır. (Gemalmaz, M.Semih. Ulusal üstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri. II. Cilt. Legal İstanbul. 2010. Sayfa 95. Dipnot 1.)
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 6/1. maddesine göre; "Her insan doğumla kazandığı/ (varlığına yerleşik) yaşam hakkına sahiptir. Bu hak yasa ile korunacaktır. Hiç kimse yaşamından keyfi olarak yoksun bırakılamaz."
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, 27 Temmuz 1982 tarihinde 16. Dönem içindeki 378. toplantısında, Sözleşmenin yaşam hakkı Madde 6'yı yorumlamış ve 6 (16) sayılı Genel Yorumu kabul etmiştir. (Bakınız Gemalmaz, M.Semih. İnsan Hakları Komitesi Kararlarında Yaşam Hakkı ve İşkence Yasağı. İstanbul Barosu Yayınları. 2002. Sayfa 38)
İnsan Hakları Komitesinin 6 (16) sayılı Genel Yorumuna göre; yaşam hakkı, ulusun yaşamını tehdit eden kamusal tehlike halinde bile aykırı önlem/(sapma önlemi) alınamayacak olan üstün bir haktır. Yaşam hakkı "dokunulmaz hak" olarak yorumlandığına göre mutlak haktır ve "kamusal tehlike ortaya çıktığında" bile önlemlere tabii tutulamaz. Devlet, yaşam hakkının korunması için bütün önlemleri almak zorundadır.
O halde kamusal bir tehlike ortaya çıkmasın diye önlem olarak cezaevi aracına eli kelepçeli olarak kilitlenen kişilerin yaşam haklarının ihlalinden ve yanarak ölmelerinden kimler ve neden sorumludur?
Bu devletin mevzuatından ve adaletinden sorumlu olanlar "yaşam hakkının ihlalinden" sorumlu mudur, değil midir?
NOT: AÇIKLAMA VE ELEŞTİRİ
Bianet'de yayımlanan "ne kadar iyi olunursa..." yazıma Ayşegül Savaşta tarafından gönderilen eleştiriye teşekkür ederim. Eleştiri aynen aşağıdaki gibidir:
"Merhaba Fikret bey,
bianet'teki ''ne kadar iyi olunursa...'' makalenizi okudum. Makalenin içeriğinde bağımsız olarak, yazının ikinci paragrafındaki, ''Doğan Yurdakul, 7 Mart 2011 tarihli 'tutuklama' kararı ile altı aydan beri tutukludur. Üç gazeteci, Ahmet Şık, Nedim Şener ve Doğan Yurdakul Silivri Cezaevinde aynı koğuşta kalıyorlar...'' cümlede geçen ''koğuşta kalıyorlar'' ifadenizi eleştirmek isterim.
Birincisi; devlet, adalet bakanlığı aracılığıyla, ahmet, nedim ve doğan nezdinde, bu kişilerin hapis edildikleri yerlere ''oda'' denilmesini uygun buluyor.
İkincisi; siyasi tutuklu ve hükümlüler ise onyıllardır, devletin adalet bakanlığı aracılığıyla ''oda'' tanımlamasına karşı ''hücre'' ifadesini kullanmakta. Bu iki tanımlamanın herbirinin mutlak ideolojik bir tarafı var. Fakat ortada ''koğuş'' yok!.. bu yazdıklarımı nacizane bir hatırlatma saymanızı dilerim.
Kolay gelsin, iyi çalışmalar dilerim.
Ayşegül Savaşta." (Fİ/HK)