Bugün 11 Ocak. Barış Akademisyenleri’nin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı çağrısının 4. yıldönümü. Çağrının tek amacı vardı: 7 Haziran 2015 genel seçimleri ardından yürürlüğe konulan savaş siyasetinin durdurulması, barış arayışına dönülmesi. İstenilen açıktı. Minarelerde keskin nişancıların, sokaklarda ölülerin, bodrumlarda yanık cesetlerin, duvarlarda JÖH/PÖH yazılarının bulunmadığı; kentlerin gözü dönmüşler tarafından yerle bir edilmediği bir ülke. Barış içinde birlikte yaşanan bir ülke.
Savaş siyasetinin amacı ise, bedeli ne olursa olsun, var olan tek adam rejimin sürdürülmesiydi. Bu siyaseti yürürlüğe koyanlar, barış çağrısı yapan biz Barış Akademisyenleri’ne yönelik bir saldırı başlatmakta hiç duraksamadılar. Bu zaten beklenemezdi çünkü rejimin üniversitelere yönelik tasarımları ortadaydı. Üniversitelere korku ikliminin yayılacağı ve bir muhalif kırımı başlayacağı öngörülüyordu:
AKP, 12 Eylül cuntacılarının yapmak istediklerini tam anlamıyla gerçekleştirmeye çalışıyor. Demokrasiyi inşa etmekten ziyade, bizlere itaat kültürünü dayatıyor. Toplumun bilgiyle ilişkisine yukardan müdahale ederek, neyi, ne kadar ve nasıl öğreneceğimizi belirlemek istiyor. Bilim emekçilerini yoksullaştırıp, onları işten atılma korkusunun temel olduğu güvencesiz çalışma biçimine mahkûm ettiğinde, seslerinin daha az çıkacağını düşünüyor. Aslında emeğinin karşılığında aldığı ücretle geçinen herkese dayatılan bu yaşam, AKP’nin patronlarla birlikte kendi geleceğini garanti altına almaya çalışmasının bir sonucu. Bu politikalar bizlere daha fazla hak kaybı, daha fazla yoksullaşma ve daha az ücretle daha çok çalışmak zorunda kalmak olarak yansıyor. Bu nedenle, üniversitelerde yaşanan bu dönüşüm, çocuklarımızın geleceğini de bugünden daha az ücretle daha fazla çalışacakları, güvencesizliğe mahkum edilecekleri bir karanlığın içine çekmenin aracı haline geliyor. Çocuklarımızın, gençlerimizin ve bizlerin eşit ve özgürce geleceğimizi yaratabilme imkânlar bir bir elimizden alınmak isteniyor.[1]
Güvencesizlik ve boyun eğme. Üniversitede veya herhangi bir işyerinde, sokaklarda, evde, hiçbir yerde güvencede olamamak. Topluma dayatılan bu güvencesizlik, hiç kuşkusuz, kitlelerin rejim karşısında örgütsüz ve zayıf olmasını, otoriteye boyun eğmesini sağlamak içindi. Bugün de tam olarak öyle.
Barış Akademisyenleri’ne yönelik saldırı dalgası başlatıldığında önce güvencesizler, yani özel üniversitelerde çalışanlar ve diğer sözleşmeliler işten atıldı. Çünkü sözleşmelilerin iş güvencesi yoktu. İş güvencesi neden bu kadar önemliydi?
Unutulmamalıdır ki, iş güvencesi özgür düşüncenin, özgür, eleştirel düşünce ise üniversitenin olmazsa olmaz, temel ve kurucu koşuludur. İş güvencesinin ve özgür, eleştirel düşüncenin olmadığı bir kuruma üniversite demenin imkânı yoktur. Son planlanan değişikliklerle üniversite emekçilerinin elinden iş güvenceleri tamamıyla alınmak istenmektedir. Bu durum çalışanlara mobbing (yıldırma), farklı düşüncelerin baskı altına alınması, araştırma konularının özgürce seçilememesi, adam kayırmacılık, hiyerarşinin kutsanması gibi sonuçlarla yansıyacaktır.
Ama Barış Akademisyenleri’nin kadrolu olanları kolayca işten atılamazdı. Rejim, bunu Temmuz 2016’da başlatılan OHAL korku rejimi ve KHK hukuksuzluğu ile çözdü. KHK hukuksuzluğu ile üniversitelerin büyük çoğunluğu barış özlemini açık açık dile getirenlerden temizlendi.
Sahte özerklik
Barış Akademisyenleri’ne yönelik saldırı en yukarıdan başlatıldı ama saldırının sonuca ulaşması için emir kulları gerekiyordu. Saldırı emrini alan YÖK, üniversitelere bir yazı gönderdi ve “gereğinin yapılması” emrini verdi. Rejim ile tam uyumlu, cumhurbaşkanı veya patronlar tarafından atanmış rektörler bu emri hızla uygulamaya koydular.
YÖK’ün işi üniversitelere bırakması, rejimin üniversiteler için uzun süreyle kullandığı “adem-i merkeziyetçi” söylemle uyumluydu. Bu söylemin üniversitelerin özerk olması ile hiçbir ilgisi yoktu. Tam tersine, YÖK tarafından kolayca yapılamayan işlerin yerelde yapılması amaçlanıyordu. Bu sahte söylem, özerk üniversite anlayışının tümüyle yok edilmesi, muhalif akademisyenlerin üniversite yönetimleri tarafından susturulması içindi. Akademik özgürlüğün yok edilmesi için en kolay yol, sopa değil güvencesizlikti.
OHAL döneminde bu söylemin sahte olduğu iyice ortaya çıktı. YÖK'ün 1577 dekanı bir çırpıda istifa ettirmesi bile tek başına bunu gösteriyordu. Son nokta, rektörlerin doğrudan cumhurbaşkanı tarafında atanması oldu. Artık üniversitelerin doğrudan rejimin denetiminde olduğu ortada. Ama Barış Akademisyenleri’ne yapılan haksızlıkların, “emir kulları” tarafından nasıl gerçekleştirildiği henüz pek bilinmiyor.
KHK ile ihraçların rektörlüklerde hazırlanan listelere dayanılarak yapıldığı artık anlaşıldı. Bu listelerin nasıl hazırladığı ise, üniversitelerdeki kokuşmanın bir yansıması olarak görülebilir. AKP ve denetimindeki YÖK, akademisyeni akademisyene kırdırmak için, tıpkı 12 Eylül döneminde olduğu gibi fişleme, ispiyonlama vb. “yerli ve milli” yollar kullandı.
KHK ile ihraçlar başlamadan özel üniversitelerden ve kamudan atılan sözleşmelilerin KHK kapsamına alınması için yine rektörlüklerin tümüyle uydurma bilgiler içeren dosyalar hazırladığı ve gerekli yerlere gönderdiği anlaşılıyor. İşten atılan bir sözleşmelinin KHK kapsamına alınması, daha sonra idari mahkemede açılabilecek davaların ve olası işe iade kararlarının önünün kesilmesi demek. Sonuçta, KHK kapsamına alınan Barış Akademisyenleri’nin kayıtlarına polis tarafından “PDY/FETÖ” notu düşüldü, el konulan pasaportlar ile ilgili davalarda dosyaların üzerine “PDY/FETÖ” yazıldığı. Rektörlüklerin uydurma suçlamalarla dolu dosyaları doğrudan Emniyet’e ilettiği de söyleniyor.
Sahte üniversiteler
Akademisyenlerin güvencesizliğe itilmesi ve akademik özgürlüğün yok edilmesi üniversitelerin birer sahte üniversiteye dönüşmesi demek. Üniversiteler mantar gibi çoğalması, rektör, dekan vb. yönetici sayısının da, diplomalı sayısının da katlanması demek. Ders yükü, baskı ve korku artıyor. Makbul yöneticiler, işsiz ve uysal, yani makbul gençler çoğalıyor. Ama bilimsel üretim azalıyor. Çünkü üniversiteler sahte.
(...) bu sözde üniversitelerin çoğu lise dahi olamayacak imkânlarla eğitime başlarken, öğrencinin eğitimden sonraki yaşamı için de hiçbir şey vaad etmiyor. Üniversitenin gençlerimizi farklı bilgilerle, eleştirel düşünceyle tanıştırma ve gençlerimizin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda kendilerini gerçekleştirebilmesine yardımcı olma niteliği tamamıyla ortadan kaldırılmak isteniyor. AKP’nin belirlediği makbul bilgiyi üreten, makbul öğrenci, makbul akademisyen, ve makbul çalışan olabilmenin yolu ise AKP’nin değerlerine ve politikalarına gösterilen sadakatle mümkün olacaktır. Dolayısıyla bu politikalarla birlikte toplumsal aidiyeti olmayan, yalnızlaşmış, rekabetçi ve dayanışmadan uzak, iktidar ve güce tapınan, koşulsuz “uyum” sağlayan gençlerin yaratılması planı sorunsuzca hayata geçecektir.
Tek adam rejiminin ürettiği üniversiteler sahte. Tıpkı ürettiği demokrasi anlayışı gibi. Bu rejim çökecek. Sahte akademisyen rektör ve dekanların ürettiği sahte suçlamalarla ömür boyu üniversiteden uzaklaştırılan, sivil ölüme itilmek istenen Barış Akademisyenleri er ya da geç haklarını geri alacaklar. Sahte suçlamalarla dolu bir iddianameye ve akıl almaz sözler söyleyen sahte hakimlere direndikleri ve sonunda aklandıkları gibi.
Barış, hemen şimdi!
Bugün barış isteğimiz çok daha güçlü. Çünkü tek adam rejimi savaşı sınırlar ötesine yaymak ve büyütmek peşinde. Savaş siyaseti kaçınılmaz olarak çökecek. Bu rejim de. O zaman sahte akademisyenler ve sahte üniversiteler de yok olacaklar. O zaman, sahte akademisyenler de, sahte diplomalılar da hesap verecekler. (SMD/TP)
[1] 10 Soruda AKP’nin YÖK’ü Dönüştürme Politikası ve YÖK. Eğitim Sen Yükseköğretim Bürosu, Ankara. http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2016/03/10-Soruda-AKPnin-Y%C3%96K%C3%BC-D%C3%B6n%C3%BC%C5%9Ft%C3%Bcrme-Politikas%C4%B1-ve-Y%C3%96K.pdf.