Yukarıdaki sorunun cevabı önümüzdeki Çarşamba’dan (22 Nisan 2009), yani genel seçimlerden sonra belli olacak. En azından kısmen. Ancak, hem başlıktaki sorunun yanıtına biraz daha yaklaşmak, hem sorunun sorulma sebebini, hem de yanıtın neden kısmen belirleneceğini anlamak için Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1994, yani apartheid sonrasında oluşan politik atmosfere kısaca bakmak gerekiyor.
Malum, 1948’de örülmeye başlayan ve hayatı siyahlar için zindana çeviren “apartheid” yönetimi, 1994 yılında, Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) ayrılmaz yoldaşları olan, Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ve örgütlü işçi sınıfının mücadelesi ile yenilgiye uğratılır. 1994 yılına gelindiğinde, “özgürlük için kolay yürüyüş yok” diyen Mandela öncülüğünde, gerçekten hiç de kolay olmayan yollardan geçilerek özgürlük kazanılmıştır, dünyanın en ilerici anayasası olarak kabul edilen anayasa ile birlikte.
Kazanılmıştır ama… Apartheid yönetimi altında, üst üste çıkarılan yasalarla, şehirlerin dışında inşa edilen kasabalarda yaşamaya mahkûm edilmek dâhil, ucuz emek gücü olarak kalmaları için her şey yapılmış, bütün insanlık hakları/vatandaşlık hakları ellerinden alınmış siyah halkların yoksulluğu düşünüldüğünde, gelenin kısmi bir özgürlük olduğunu söylememek için hiçbir neden yoktur. Sırada, kendi ülkesinin sahibi olarak yaşama hakkını elde eden bir halkın, bir de insan gibi yaşama hakkı için vereceği mücadele vardır. Apartheid karşıtı mücadele zamanında olduğu gibi, yeni dönemin kendi çelişkileri, çatışmaları ve imkânları ile birlikte.
Apartheid sonrasında, elbette ki en önemli imkân, komünistleriyle, ulusal özgürlük militanlarıyla ve elbette ki işçi sınıfının örgütlü desteği ile mücadele etmeyi öğrenmiş bir halkın coşkusu, morali ve inancıdır. Yıllardır haykırdıkları “halk yönetecek” sloganını hayata geçirmeyi becermiştir ne de olsa gökkuşağı ulusunun evlatları. Kadını, erkeği, yaşlısı ve genciyle…
Peki, yeni sürecin çatışmaları nelerdir? Her şeyden önce, ulusal özgürlüğün kazanılmış olmasına rağmen, ekonomik gücün, kapitalizme uluslar arası ölçekte eklemlenmiş beyaz sermayedar sınıfın elinde olmasıdır. İkincisi, bu bölgelerdeki emek hareketlerinin zorlamasının da etkisiyle, ulusal özgürlük mücadelesine, insan hakları bağlamında destek vermiş olan, apartheid hükümetinin uluslar arası zeminlerden dışlanması gibi çeşitli kampanyaları desteklemiş olan batılı kapitalist çevrelerin istedikleri diyettir: piyasa dostu bir ülke. Üçüncü ve belki de en acıtıcı olanı, 1994 sonrasında iktidara gelen Afrika Ulusal Kongresi’nin içerisinde, hem ideolojik olarak, hem de maddi anlamda, yani nesnel koşulları itibarı ile sınıf değiştiren bir ekibin türemiş olmasıdır.
Bu ekibin üyeleri arasında 1960’da yaşanan ve polisin siyah halk üzerine ateş açması sonucunda altmış siyahın ölümü, yüzlercesinin de yaralanması ile sonuçlanan Sharpville katliamı esnasında öğrenci lideri olanlar da vardır, bir zamanlar COSATU’nun (Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu) genel sekreterliğini yapmış olanlar da. Dolayısıyla söz konusu çevreler, ANC içerisinde azımsanmayacak bir etki gücünü ellerinde tutmaktadır. 1994 ama özellikle de 1996 sonrasında ise uluslar arası sermaye ile kurdukları bağlar sayesinde önemli ölçüde servet biriktirme şansı elde eder.
Kimisi Güney Afrika’nın en büyük bankalarının ya da büyük uluslar arası şirketlerin yönetim kurulu üyesi olmuştur, kimisi bütün yakınlarına işler kurmuştur. Bu son faktör, ilk ikisi ile birleşince ortaya çıkan sonuç, 1994 sonrasında Uluslar arası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarla birlikte yürütülen ekonomik programlar olur. Bunlardan birisi de (ve aynı zamanda en önemlisi, en çok tartışılanı) GEAR’dır (Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı-Growth, Employment and Redistribition). 1996 yılında uygulamaya konan, Dünya Bankası’nın “yapısal uyum” programlarını andıran, yani liberalleşme, serbestleşme, özelleştirme gibi söylemleri ve uygulamaları içeren bu politika ile birlikte, başta telekomünikasyon olmak üzere, birçok kamu kuruluşu özelleştirilir, 15000’e yakın kişi işini kaybeder, kamuda özelleştirme-taşeronlaştırma gibi uygulamalar sonucunda 100.000’in üzerinde kişi mevcut pozisyonunu kaybeder.
Bunların da ötesinde, şu anki Afrika Ulusal Kongresi (ANC) – Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu (COSATU)-Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ittifakı tarafından “1996 sınıfı” olarak tanımlanan kesimler ortaya çıkar. Yukarıda anlatıldığı gibi bu zamana kadar özgürlük hareketi ve onun müttefikleri ile birlikte yürümüş bu kesimler, söz konusu politikaların sonuçlarından en çok nemalananları oluşturmanın yanında, Afrika Ulusal Kongresi’nin, Güney Afrika Komünist Partisi ve COSATU gibi sol unsurlarla yan yana yürümesinden de rahatsızlık duymaya başlarlar. Bu minvalde başlayan tartışmalar, Afrika Ulusal Kongresi’nin 2007 yılında Polokwane kentinde yapılan toplantısında sona ulaşır. Söz konusu kongrede alınan kararlardan bazıları şunlardır:
- Afrika Ulusal Kongresi (ANC)- Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ve COSATU (Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu) öncülüğünde “Ulusal Demokratik Devrim”’e doğru yürüyüş,
- İnsanca çalışma hakkı,
- İşsizlik, yoksulluk ve eşitsizlikle mücadele,
- Ekonomik büyümenin kendiliğinden her şeye çözüm olacağı yönündeki neo-liberal inançtan vazgeçerek, gelir dağılımı ve adil büyüme için politikalar geliştirmek,
- “Demokratik kalkınmacı” bir devlet yönetimi altında, tarım reformu ve kırsal kalkınma yoluyla kırsal yoksulluğu azaltmak,
- Devletin ve bürokrasinin işleyişini demokratikleştirerek işçi sınıfı dostu politikaların uygulanmasını kolaylaştırmak,
- Piyasaya yapılan vurguların yerine, devletin ekonomide daha etkin rol almasını sağlamak,
- Özgürlük Bildirgesi’nde yazan “halk ülkedeki serveti paylaşacak” ilkesini hayata geçirmek.
Konferansı bardağı taşıran ve safları ayıran son nokta olur. Kararlar üzerine başını Thabo Mbeki’nin (yukarıda vurgulanan öğrenci lideri de kendisidir) çektiği grup ANC’den ayrılarak COPE (Halk Kongresi) adında yeni bir parti kurar. Bu arada, COPE isminin Afrika Ulusal Kongresi’nin yıllarca uğruna mücadele ettiği Özgürlük Bildirgesi’ni 1955’de kabul eden örgütün adı olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Benzer şekilde, yeni COPE’nin, tamamen neo-liberalizme teslim olmuş, üçlü ittifakın deyimiyle “1996 Sınıfı”nın partisi olduğunu da.
Ancak şu anda iktidar partisi olan ANC içinde hala Mbeki taraftarları var. Elbette bu durum, hükümet kabinesi için de geçerli. Örneğin, finans bakanı Mbeki’ye yakın. En azından Çarşamba’ya kadar. Bunun dışında, büyük sermayenin, batı kamuoyunun, ülkedeki (kamu televizyonu olmak SABC de dâhil) büyük basının ve sermaye çevrelerinin desteğinin COPE ve Mbeki etrafında toplandığını da vurgulayalım.
COPE’nin söylemlerine baktığımızda, modası geçen siyasetlerin bir kenara bırakılması, sendikaların siyasete karışmasının yanlışlığı, Güney Afrika’nın batılı ülkeler gibi bir ülke olması gerektiğine dair vurguları görmek mümkün. Hatta ülkedeki korkunç yoksulluğu, apartheid döneminin politikalarındansa, ANC iktidarının beceriksizliğine ve eski kafalılığına bağlayıp, apartheid döneminde, her ne kadar sadece toplumun bir kesimi için olsa da kamusal hizmetlerin dağılımı daha iyiydi diyen eski “özgürlük mücadelecileri”ni görmek de. Dolayısıyla, ANC bir yandan Güney Afrika Komünist Partisi ve COSATU ile ittifak halinde, “ulusal demokratik devrim”e doğru yürümeye çalışırken, diğer yandan “1996 Sınıfı”nın, kendi içindeki ve dışındaki uzantıları ile mücadele etmeye çalışıyor.
ANC’nin kendisine gelince. 1912 yılında kurulan ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin en eski ulusal özgürlük hareketi olan bu hareket, ulusal özgürlük hareketlerinin sahip olduğu birçok özelliği bünyesinde barındırıyor. Bunlardan birisi kuşkusuz ki sınıfsal çeşitlilik. Örneğin, bugün aynı anda hem ANC, hem Güney Afrika Komünist Partisi hem de COSATU üyesi olanları görmek mümkünken (ya da üçünden ikisine), ANC’nin sermayedar üyelerinin de -hem de azımsanmayacak sayıda- bulunduğunu eklemeyi ihmal etmeyelim. Kimi Güney Afrikalı sosyalistlerin, COSATU’yu, her ne kadar süreç “ulusal demokratik devrim” olarak tanımlansa da, iktidarla birlikte ittifak oluşturduğu için eleştirdiğini, ANC iktidarının, müttefikleri ile birlikte ulusal demokratik devrim vurgusu yapsa da, aynı zamanda bir siyah orta sınıf yaratma projesini yürüttüğünü, ülkede dünya bankasının birçok politikasının yürümekte olduğunu ekleyelim.
Bunlar dışında, devlet mekanizmasına dair de, belki birilerinin aklına yeni sorular düşürmeyi başabiliriz umuduyla, polis teşkilatı ve ordu gibi kurumların büyük ölçüde apartheid döneminin özelliklerini taşıdığını belirtelim.
Kısacası, Güney Afrika’da bir yandan çelişkili, ama bir yandan da umut ışıkları saçan bir süreç var. Çarşamba günü bu sürecin ne yönde ilerleyeceği daha net belli olacak. Ama bitirirken bir şeyi vurgulayalım.
Bir ulusal özgürlük hareketi olan Afrika Ulusal Kongresi’nin apartheid karşıtı mücadelede başarıya ulaşmasında, işçi sınıfı ile ve komünistlerle her daim ittifak halinde olması oldukça önemli rol oynadı. Bu bahiste, özellikle, apartheid döneminden kısa bir süre sonra kurulan ve siyahları üye kabul etmediği gibi, apartheid yönetimi ile karşı karşıya gelmekten de korkan beyaz sendikalara inat, ulusal özgürlük mücadelesine militanca katılım sağlayan, 1960’ların ortalarından itibaren de yeraltına inmek zorunda kalan SACTU’nun mücadelesini selamlamadan geçmemek gerekiyor.
Elbette, dünyanın en eski komünist partilerinden birisi olan Güney Afrika Komünist Partisi’ninkini de. Başarıya ulaşanın, kendisiye aynı dönemlerde mücadele eden ve özgürlük mücadelesinin beyazlarla birlikte yürütülmesine karşı çıkan Pan-African Kongresi’nin (PAC) değil de ANC’nin olmasının altında yatan nedenlerden bir başkası da kuşkusuz ki, ANC’nin beyazların özgürlüklerine de garantör olmasıydı. Peki, bugün için ne söylenebilir? Seçimi ANC’nin kazanacağı kesin. Ama görünen o ki, “ulusal demokratik devrim”in nereye evrileceği, yukarıda anlatmaya çalıştığımız çelişkilerle birlikte belirlenecek. Bir diğer ifade ile, sınıf çatışmaları gene belirleyici olacak.(TT/EÜ)