Burası Durban, Güney Afrika. Kilitler, güvenlikler, isimler, imzalar, hava karardıktan sonra hiçbir yere gidilemezler, tek başına şehre inilemezler, uyarılar, alarmlar şehri.
Kartlar memleketi Almanya'dan sonra kilitler memleketi Güney Afrika'da sürüyor küresel hayatta kalma masterımız. Bu programın amacı yer küremizin herhangi bir yerine bırakılan insanın hayatta kalmasını sağlayacak deneyime sahip olması. Programa kabul edilen öğrenciler, iki yıl boyunca programı terk etmeyeceklerine dair yemin ediyorlar. Seçici kurul önünde yapılan yemin töreni kamerayla kaydediliyor. Öğrenci karşılaşacağı zorluklara karşı uyarılıyor. Aday tüm koşulları kabullendikten kırmızı hapı yutuyooooor veeee....dınınınınn...dönüşü olmayan bir yoluculuk başlıyor.
Güney Afrika'ya ilk geldiğimiz günlerde birbirimize mahkum halde, 28 kişilik koskoca, hantal, yerinden kımıldamayan bir beden gibi hissederken kendimizi, aklımdan böyle bir senaryo geçiyordu. Durban'ın dışında bir endüstri bölgesine itilmiş, adeta açık hava hapishanesi olan bu yerden bir yere kımıldayamaz ve tüm zamanımızı birbirimizin odasında pinekleyerek geçirirken, bu yaptığımızın aslında bir master programı değil de, bilim kurgu romanlarından devşirilmiş bir matrix hali olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Hatta birbirimiz üzerinde sosyolocik bir araştırma yapıp bu kamp hayatının davranışlarımızı, grup dinamiğini falan nasıl etkilediğini ölçme fikrini bile ortaya atmıştık da kimsenin bir şey ölçmeye mecali kalmamıştı. Kolay değildi, her birimiz sırtladığı, çektiği fazla kilolu bagajıyla binlerce kilometrelik yoldan gelmişti ve kimsenin ekstra yük kaldıracak hali kalmamıştı.
Neyse ki, bu durum 10 günden uzun sürmedi. Aslına bu 10 gün bu memleketteki bekleme ayinlerimizin ilk aşamasıydı. Ama biz daha bunun farkında değildik. Beklemekten başka da elimizden gelen bir şey yoktu. 10 gün bekleyerek ne oldunuz yani, portakal dalında kızarmak için aylarca bekliyor demeyin lütfen zira bu ilk aşamaydı. Sonunda beklemeye o kadar alıştık ki, beklerken derslere falan girmeye başladık, bir baktık daha kayıt olmayı beklerken ilk ödevimizi teslim etmişiz. Nasıl ama?
Kolektif beklemeyi, beklediğimiz arkadaşımıza sinirlenmemeyi de öğrendik. Grup halinde beklemek, okulda beklemek, arabada, alışverişte, tuvalette ve akla gelebilecek her yerde toplu halde beklemek.
Bu nöbetlerin ilki iyi haberle sonlandı. Endüstri bölgesinden kampus içine terfi ettirilecektik. Sinir katsayılarımızı ifade etmekte sayılar kifayetsiz kalıyordu. Sonunda birbirimize olan bağımlılığımızın kısmi de olsa azalacağına seviniyorduk en çok. Ey özgürlük!
Kilitli özgürlük
Yaptığımız kilit alış verişi, yurda yerleştirilmeden önce gerçekleşti. Herkes için ikişer kilit gerekiyordu. Bir tane odamızın kapısına bir tane mutfaktaki dolabımıza. Bu kilitleri ve anahtarları alırken farkında olmadığımız bir başka şey bundan sonra vücudumuzun şıngırdayan bir uzvu daha olacağıydı. Anahtarlar olmadan hacete bile gidemeyeceğimizi yurda gelir gelmez öğrendik. Odanın dışarıdan çevrilerek açılan kapısını kilitlemek için asma kilidi hep üstünde kapalı olarak bulundurmamız gerektiği defalarca öğütlendi. Sonra mutfak kısmına geçtik, mutfakta kullanacaklarımızı da orada bir dolaba koyup kilitlememiz gerekiyormuş. Fakat bir şeyler alayım pişireyim dediniz mi, bu defa da buzdolabına kilit takmanız gerekiyormuş, zira yiyecekler teker teker ayaklanıp yürüyebilirmiş. Düşünün bir, her kilidin üç anahtarı var, ne olur ne olmaz adamlar üç tane anahtar koymuşlar. Yani bir gardiyanla empati kurabilecek olsanız, elinizdeki onca anahtarla hapishane şekilli bu yurtta hiç zorluk çekmezsiniz.
Kartlar ve kilitler
Almanya'nın ilk haftalarında illallah ettiğim kartlar meğerse gelişmişlik göstergesiymiş. Kart kim olduğunuzun, nereden gelip nereye gittiğinizin, nereye gidebileceğinizin ya da gidemeyeceğinizin, hangi lükslere sahip olduğunuzun ya da nelerden mahrum olmanız gerektiğinin belgesiymiş meğer... Kartı verir muayene olursun, kartı verir yemek alırsın, kartı verir kütüphaneden kitap alırsın, kartı verir indirimli yolculuk edersin, kartı veremedin mi ayvayı yersin genelde.
Gelişmemiş ülkelerde ise düzenin daha kestirme kuralları var: Kilidi koyar sahip olursun. Nasıl tam bize göre değil mi? Mesela yurtta kalmak istediğinizi bildirmişsinizdir, mutabakata varılmıştır ama bir gelirsiniz ki, odanızın kapısına başkası kilit koymuştur. Olay bitmiş demektir. Kilidi koyan düdüğü çalmıştır. Sonra kütüphaneye girerken gelişmiş ülkede çantanızı girişteki görevliye teslim edersiniz, gelişmemiş ülkede çantanızı kütüphanenin dışındaki dolaba kilitlemeniz istenir. Sorumluluğu ve kilidi sizden başkasında olmayan dolaba...
Yurdumuz...
Amerikan filmlerindeki hapishaneleri aratmayacak bir manzara. İki taraflı koridor boyunca yan yana odalar. Kapıların önünde uzayan koridorlar... Ortada ise katları bağlayan merdivenler. Demir döner kapısı manyetik kartlarla açılan yurdumuz, ortada büyük bir hol ile bölünmüş büyük bir dikdörtgen olarak tarif edilebilir. Dikdörtgenin kısa kenarları banyo ve mutfak iki uzun kenar ise odaların bulunduğu koridorlar. Ortamın hakim rengi kırık beyaz, gri arası. Anlayacağınız bir çizgili gömleklerimiz eksik. Neyse ki odalar o kadar iç karartıcı değil. Herhalde yapanlar son anda çakmışlar davayı, pencere olayını abartmışlar. Boydan boya pencerelerimiz var, dışarıdaki güvenliksiz dünyayı seyretmek için. Sahi belki de diyalektik bir mantıkla bizi dışardan korumak için hapishane modelli yurt yapmışlardır???
Her katta çamaşır makinesi ve kurutma makinesi var. Para yok, jeton yok. Makineler orda, herkesin kullanımına açık. Ne hoş değil mi? Hoş olmasına hoş tabi. Ve fakat bu makineler kargalar uyanmadan çalışmaya başlıyor. Sabahın kör karanlığında homur homur bir sesle uyanıyoruz, hafta içi, hafta sonu hiç fark etmiyor. Merdaneler uğul uğul tüm koridorları inletiyor.
Geçtiğimiz akşam, hazır şu makineler boşken bir de biz çamaşır yıkayalım dedik. Ve fakat makine çalışmaya başladıktan beş dakika sonra Zulu komşularımızdan biri, çamaşır saatinin sabah 7 ile akşam 7 arasında olduğunu, bu defalık bir sorun olmadığını ama bir daha olmaması için gereğinin yapılmasını... dedi. Böylece biz de sabahın bir köründe bu makinelerin ne demeye çalıştığını anlamış olduk. Tabi o saatte kalkıp çamaşır yıkamakta beis görmeyen arkadaşlarımız, şöyle güzel bir müzik açıp harala gürele temizlik yapmakta da bir sakınca görmüyor. Düşünün bir, sabah 7 de çamaşır yıkamak için kalktığınızı, kardeş madem kalktın o saatte, kahvaltı falan yap ne bileyim, televizyonda sabah şekerlerini seyret ama yani tekmili birden temizliğe kalkışmanın alemi ne? Cumartesi, Pazar, bir temizliktir gidiyor.
Makine saatlerini öğrenmemizden kısa bir süre sonra gürültü saatlerini de öğrendik. Binanın girişindeki bildiri çok açık bir şekilde, ne zaman gürültü yapılabileceğini yazmış. 12:00 - 13:00 arası mesela. Açın müziği ortalığı inletin, gürültü yapma hakkınız var. Akşam saat 20:00 den sonra ise gürültü cezaya tabi! Bunun ne demek olduğunu bizim standartlarımızda anlamak hata olur. Çünkü burada herkes bizim gürültü olarak niteleyebileceğimiz bir konuşma, haberleşme, iletişme, eğlenme ve hatta yürüme halinde. Şöyle ki, arkadaşını arayan bir komşumuz gidip kapısını çalmak yerine, kızın adını avazı çıktığı kadar bağırıveriyor. Ne kadar pratik değil mi? Sonra telefonlar çaldığında, yoldan geçen biri telefona cevap veriyor, arananın kısa yoldan bulunması için, yine bir çığlık bağırıyor. Genelde bir Roooosssssss ya da Amaaaaaaanddddddaaaa çığırışı oluyor bu. Fakat itiraf edeyim bu yöntemin pratikliğine ben de kâniyim, alışmam uzun sürmedi!
******
Ne bekliyordunuz ya? diye sorarlar adama... Burası Afrika! Batılı (?!) kaprisleriniz geçmez bu topraklarda! Hem çok mu yabancıydınız tüm bu gelişmemiş ülke sendromlarına, geldiğiniz yer başka bir yer miydi demezler mi? Derler ve de haklıdırlar. Yine de Afrika, başka bir mantığın, başka bir yaşam düzeninin, başka bir felsefenin kıtası. Beyaz adamın tecavüzünün tarih yazdığı bu topraklarda hüznün, sevincin, coşkunun parametreleri bambaşka. Bize düşen karşılaştığımız bu yeni dünyada kendimizi yeniden yaratmayı öğrenmek. -olabildiğince- (TS/BB)