Yakın zamanda NotaBene yayınlarından yayımlanan “Akademisyenlerden KHK Öyküleri” başlıklı kitapta “Nasıl akademisyen kalamadım” sorusunu yanıtlamıştım, bir çok dostun / hocamın hikayesinin yanında.
Oysa içinde yaşadığımız coğrafyada akademisyen olamama, akademisyen kalamama hikayeleri hem oldukça eskiye dayanıyor hem de bir tarihsel sürekliliğe işaret ediyor.
Behice Boran’dan Pertev Naili Boratav’a, İsmail Beşikçi’den, 1402’liklere, Haluk Gerger ve Fikret Başkaya’dan Barış İçin Akademisyenler’e (BAK) kadar geniş bir yelpazeye yayılan bir tarihsel süreklilik bu. Bu tarihsel sürekliliğin zeminini ise, konjonktüre göre, sosyal sorundan, Kürt ve Ermeni sorunlarına, barış sorununa kadar, bugünkü Türkiye’nin köşe taşları olan bir dizi sosyal gerçeklik oluşturuyor.
Bununla birlikte, bu tarihsel süreklilik sadece egemenin belirlediği bir olgu değil. Walter Benjamin’in sözleriyle konuşacak olursak, “ezilenlerin geleneği” de, direnişiyle, kendi sürekliliğini oluşturuyor.
Dün tezlerinde ısrar eden İsmail Beşikçi’den, 1 Mayıs 1979’da sokakta olan Behice Boran’a… 12 Eylül 1980 diktasındaki tutumlarıyla 1402’liklerden, 1990’ların karanlığında yazdıklarıyla Haluk Gerger ve Fikret Başkaya’ya… Paul Lafarque’nin Tembellik Hakkı’nda dile getirdiği “…Bir köyün orta yerinde fabrika kurmaktansa, oraya veba tohumları saçmak, su kaynaklarını zehirlemek daha iyidir” sözlerini doğrulayan çalışmalarıyla, egemenin her daim tepkisini çeken, barış savunucusu ve devlet tutsağı Onur Hamzaoğlu’ndan, yurttaki ve sürgündeki BAK üyelerine kadar geniş bir yelpazeye yayılan bir gelenek…
Aşağıda anlatılanlar yukarıda ifade edilen tarihsel sürekliliğin mütevazı bir parçası olmaktan öteye gitmiyor belki.
Olsun… Gene de o sürekliliğin hangi kılcal damarlara ve nasıl bir incelikle yerleşebileceğini göstermek açısından da mütevazı bir katkı sunabilir diye düşünüyorum.
Buyrun…
Önce heyecan vardı…
2012 yılında “doktor” unvanımı aldıktan sora, bir arkadaşımdan, bir kamu üniversitesinin yeni bölümler kurduğunu ve iktisat doktorası olan birilerini aradığını öğrenmiştim. İlan yakında yayımlanacaktı.
Arkadaşım, ilgilenirsem, kendisinden de uygun birilerine ulaşmak için yardım talep etmiş olan dekana haber vereceğini söylüyordu, ön görüşme için. Elbette ilgileniyordum. Nasıl ilgilenmeseydim ki!
Atilla İlhan’ın “İstanbul Ağrısı” dizelerindekine benzer bir aşkla bağlı olsam da İstanbul’a, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı özel kurumlarda, “kadrolu”, “kadrosuz”, “kadrolu ama sigortasız”, “kadrolu-sigortalı ama sigorta asgari ücretten”, “kadrolu-sigortalı ama sigorta asgari ücretten ve sekiz aylık”, editörlük, araştırmacılık ve en son işsizlik -ve tüm bu süre zarfında ailemin maddi-manevi desteği- gibi işleri yapmak suretiyle tamamlayabildiğim doktoram sonrasında, elbette bir işe ihtiyacım vardı…
Ve kuşkusuz tüm bu süreci akademisyen olabilmek hayali ile yaşamıştım. Üstelik yorgun ve işsizdim… Finansal imkanların da son demlerinde. Ama hepsinden ötesi, tüm hayaller akademide olmak üzerine kurulmuştu. Mümkünse İstanbul’da olsundu… O nedenle daha öncesinde İstanbul dışında karşıma çıkan kimi imkanların yüzüne pek bakılmamıştıysa da artık durum farklı idi.
Birkaç gün sonra ilgili dekandan telefon aldım. Nazik bir beyefendi idi. Yeni bölüm kuruyorlardı. “Genç ve dinamik” bir akademik kadro kurmak istiyordu. Özgeçmişimi görmüş, beğenmişti. Başvuru yapmamdan memnuniyet duyacaktı. Tabii sonucu hep birlikte görecektik…
Zor günler geride kalıyordu nihayet…
Eldeki birikimlerin bir kısmı kullanılarak başvuru dosyası hazırlandı ve son başvuru tarihinden önce teslim edilmek üzere uçakla İstanbul’dan ilgili şehre gidildi, dönüldü. Bir kaç gün sonra dil sınavı vardı. Yeniden gidildi, sınava girilip dönüldü. Yayınlarımın ve özgeçmişimin ilgili bölüm için son derece uygun olduğu sadece benim değil kurucu dekan beyin de fikriydi.
Üniversitenin ulusal gazetede yayımlanan kadro ilanı “iktisat” doktorasına sahip olma şartını getirmişti ve benim doktoram da iktisat anabilim dalındandı. Dil sınavını da gerekenin bir hayli üzerinde bir puan ile geçmiştim. Kaldı ki, üniversitenin kadro açtığı ana bilim dalına benden başka başvuran da olmamıştı. Başvuru dosyam, gene dekan beyin ifadesi ile bir hayli kabarık idi… Umutlanmam için bir hayli neden vardı sanki.
Dil sınavının hemen sonrasında ilgili jürinin oluşturulması aşamasına gelindi. Mevzuata uygun olarak, dosyalarım üç jüri üyesine gidecek, onlar da bir ay içinde değerlendirmelerini ileteceklerdi… Sonrasında da sonuç…
Dekan bey de heyecanlı görünüyordu. Alana ilişkin yayınlarım, hevesli oluşum, belli ki onda da bir heyecan yaratmış gibi idi. Sürekli haberleşiyor, bölümün kurulması sonrasında neler yapabileceğimizi konuşuyorduk… Yurtdışındaki üniversitelerde benzer programların nasıl yürütüldüğünün incelenmesi, akademik etkinlikler, araştırma projeleri… Heyecanlı idik…
Fikirlerim biraz “şeymiş”
Bir süre sonra, ani bir şekilde iletişim kesildi… Jüri sonucu için olağan bekleme sürecinin dışında, enteresan bir şeyler vardı sanki. Yanlış anlaşılmamak için arayıp sormaya çekiniyordum; ama tuhaf bir şeyler olduğu da kesindi.
Önce ilgili üniversitede çalışan arkadaşlarıma ulaştım. Haklı idim, tuhaf bir şeyler oluyordu. Onlar da anlamaya çalışıyorlardı. Sonrasında öğrendik ki, başvurum birilerinde -rektör ve çevresinde- rahatsızlık yaratmış, bundan dolayı jüri oluşturma sürecinde kimi sorunlar ortaya çıkmıştı.
Sonucun iyiden iyiye gecikmesi üzerine dekan beyi aradığımda, rektörlüğün tamamen dekanlığın yetkisinde olan jüri belirleme sürecine müdahale ettiğini ve dekanlık tarafından belirlenen jüri üyelerinden bazılarının yerine kendi istediği isimlerin atanmasını istediğini öğrendim. Dekan bey şaşkındı. Hem rektörlüğün, yetkisi olmadığı halde kendisine bu şekilde davranmasından hem de “siyasi görüşlerim”den… Belki de bu nedenle: “Sanırım sizin siyasi görüşleriniz biraz ‘şey’, belki de o nedenle… ” gibi bir cümle kuracaktı.
Üniversitede “netekim” geleneği!
Haklı idi… Siyasi görüşlerim vardı ve belki bir parça “şey" idi… Uzunca süredir sosyal bilimler ile iştigal etmenin yanında “başka bir dünya”ya inanan bir birey olarak, o zamana kadar gerçekleştirebildiğim ve hepsi de eleştirel olan kitap, editörlük, makale, sunum ve araştırma gibi işlerin dışında, çeşitli yayın organlarında güncele dair yazılar yazmaktan da geri durmamıştım.
Dahası, bunu akademisyen olmanın, eleştirel olmanın şartlarından da birisi saymış, akademik bilgi ile güncel politikayı bağdaştırmaya, ikisinden birden öğrenmeye çalışmıştım. Ama bütün bunlar, atanmamın dayanağını oluşturacak yasada, atanmam önünde bir engel oluşturmuyordu. Bu fikrimi dekan beyle aynen paylaştım. Yasa netti. Üniversitenin ihtiyacının yanında adayın yayınları ve dil sınavı sonucu gibi objektif kriterlere bakılmalı idi jüri üyeleri tarafından.
Hukuken haklarımın farkında olduğumu ve herhangi bir haksızlık ile karşı karşıya kaldığımda bunun peşini bırakmayacağımı belirttiğimde, bana hak verdiğini beyan etse de ülkenin içinde bulunduğu hassas dönemi hatırlatmaktan da geri durmadı. Kim bilir belki o da haklıydı. Nitekim, “netekim” geleneğine yaslanan dönemin başbakanının, cumhurbaşkanı olduktan sonra kamu görevlilerine “mevzuata takılmayın” diyeceğini o günlerden kestirememiş olabilirdi.
Uzun bir bekleyiş sonrasında üniversiteye gönderdiğim bir dilekçe ile sonucu sordum. Nihayetinde tarafıma belirli bir süre sonucunda bilgi verilmesi gerekiyordu. Yanıt fazla gecikmedi. Rektörlük, fakülte yönetim kurulunun oy çokluğu ile aldığı karar uyarınca atamamın yapılmasını uygun görmemişti. Bir gerekçe belirtilmiyordu elbet.
Kısa bir süre sonra, eski bir dostum da olan avukatım aracılığıyla yürütmenin durdurulması talebi ile dava açtım ve jüri raporlarını talep ettim. Merak ediyor olmamın yanında bu yasal hakkımdı; çünkü ilgili yasaya göre jüri raporlarının şeffaf olması gerekiyordu. Ayrıca, objektif bütün kriterleri karşılıyordum. Dil sınavını geçmiştim. Üniversitenin talep ettiği bir alandan doktoramı almıştım. İlgili alana ilişkin Türkçe ve İngilizce yayınlarım var idi, kitabımın bir bölümü ilgili alana ilişkin idi. Alanla ilgili bir Avrupa Birliği projesinde araştırmacı olarak çalışmıştım ve hepsinden önemlisi açık olan bu kadroya benden başka başvuran yoktu…
Gelen yanıtta, jüri raporlarını benimle paylaşmanın, jüri üyelerinin değerlendirme yapma özgürlüğünün ihlal edilmesi anlamına gelebileceği gibi son derece "demokratik" bir gerekçeyle gönderemeyeceklerini belirtiyorlardı. Avukatım aracılığıyla itiraz ettik…
Başa dönüş…
2013 yılında özel bir üniversitede iş bulmamdan kısa bir süre sonraydı. İlgili kentin, sanal alemde ilgili üniversitenin rektörü ile bolca fotoğrafı çıkan, idare mahkemesi başkanının da imzasıyla atanma talebimi reddeden mahkeme kararına karşın başvurduğum bölge idare mahkemesi kararının lehime olduğunu öğrendim.
Üniversitenin otuz gün içinde bir işlem yapması gerekiyordu; ama atandığıma ilişkin yazı yaklaşık altı ay sonra gelmişti. Aynı dönemlerde jüri raporları da elime ulaştı.
Jüri üyelerinden ikisi yayınlarım itibariyle atanmam gerektiğini belirtiyordu. Rektörün dayattığı kişi olduğunu sonradan öğrendiğim üye ise, doktoramın iktisat anabilim dalında olması nedeniyle atanmamın uygun olmadığını söylüyordu.
İlgili kadroya başvurabilmenin yasal şartı olan “iktisat anabilim dalı doktorası” şimdi karşıma atanmamamın gerekçesi olarak çıkıyordu.
Ayrıca, buna rağmen, jüri çoğunluğu atanmamı talep ediyordu. Ama fakülte yönetim kurulunun diğer üyeleri, bu jüri üyesinin raporuna dayanarak, atanmamam gerektiğini belirtiyor; karar oy çokluğu ile aleyhime çıkıyor ve rektör de tabir caizse, topu fakülte yönetim kuruluna atarak atamamı yapmıyordu.
Tüm bunları dava açtıktan yaklaşık bir sene sonra öğrenebildim. Yukarıda da belirttiğim üzere, bölge idare mahkemesi kararının lehime çıkması sonrasında otuz gün içinde yapmaları gereken atamamı, yaklaşık altı ay sonra yapmışlardı. Bağlayıcı bir sözleşme ile çalıştığım özel üniversitede dönem çoktan başlamıştı. Çalıştığım bu üniversite ülkenin güneyinde, diğeri ise kuzeyinde idi ve İstanbul’dan bu kente çoktan taşınmıştım. Bir yandan da öyle ya da böyle, kazandığım bir hukuki haktan feragat etmek istemiyordum.
Ayrıca, çalıştığım kurumdan istifa edip davalı olduğum üniversitede işe başladığımda, kısa bir süre sonra yeniden taşınmam gerekecekti; ki buna ne psikolojik ne de maddi olarak elverişli bir durumda idim. Karşı karşıya kalma ihtimalim olan mobbingler de cabası.
Bir yandan da, yönetimi çoğu zaman zaman “neredeyim ben” sorusunu sordursa da, öğrencileri ile kurabildiğim ilişki nedeniyle çalıştığım üniversiteden istifa etmek istemiyordum. Kaldı ki hukuken sözleşme döneminden önce istifa etme şansım da bulunmuyordu, yüklü denebilecek bir tazminat ödemek zorunda kalabilirdim.
Üniversiteye gönderdiğim bir dilekçe ile yol açtıkları bu durum nedeniyle ya atamamı yaparak beni bir süre için olduğum yerde görevlendirmelerini ya da atama kararını dondurmalarını talep ettim. Yanıt olumsuzdu… Başa dönmüştük. Her manada.
Sonuç…
Nitekim, 2013 başında başlayan bu davanın, bütün aşamalardan geçerek lehime sonuçlandığını 2017 yılının sonlarına doğru avukatım aracılığı ile öğrendim. Üniversitenin atamamı yapmama kararı hukuksuzdu. Davayı açarken işsiz kaldığım süre zarfında uğradığım maddi kaybın tazminini de istemiştik. Bu talebim de gerçekleştiğinde, son çalıştığım kamu üniversitesinden, Mersin Üniversitesi’nden, pek çok arkadaşım ile birlikte çoktan atılmış, bir başka ülkede yeni bir hayata başlayalı bir seneyi aşkın bir zaman olmuş, Türkiye’nin Türk usulü başkanlık sisteminin oylamasına çok az bir zaman kalmıştı…
Yazının son rötuşlarının yapıldığı anlar mı?
Seçimler bitmiş, “yerli ve milli başkanlık sistemi”ne geçilmişti… İktidar yanlısı basında da yeni KHK haberleri…
Ne demiştik egemenin tarihsel sürekliliği… Ve ezilenlerin geleneği… Bir de hep umut…
Eski şişede “yeni Türkiye”…
Yenileceksin. (TÖ/HK)