Bu yazılar aklıma ilk düştüğünde, her bir yazıya farklı bir başlık koymayı planlamıştım. Dizinin bu parçasının başlığı da "Akademisyen olur gibi oldum: Üç buçukuncu örnek olay" idi. Neden mi?
TIKLAYIN - Nasıl Akademisyen Olamadım?
TIKLAYIN - Nasıl Akademisyen Olamadım? -II-
TIKLAYIN - Nasıl Akademisyen Olamadım? -III-
Buyrun...
İçinde yetiştiğim ve bir bileşeni olmaktan her zaman mutluluk duyduğum, uzundur birilerini rahatsız ettiğini de bildiğim "Marmara Kalkınma" geleneğini, alışkanlıklarını gittiğimiz yere taşımak, buradan mezun olan hemen herkesin bir içgüdüsü idi, tabir caizse...
Hemen hepsi KHK ile ya da başka yollarla üniversitelerden uzaklaştırılan, kalabilenlerin önemli bir kısmının da, adına "yeni Türkiye" denen karanlık koşullarda mesleklerini icra etmeye çalıştığı, o şehirden bu şehre bir dizi güzel insan...
Hem Yaşar Kemal ustadan öğrenmiştik yıllar önce: "Bu diyar baştan başa!". Hem de Nazım'dan: "Yapıcılar türkü söylüyor!"
Ve bir de "bizim Mehmet ve Fuat hocalar"dan...!
Hoş, "yapı", subjektif ve objektif nedenlerle yerle yeksan oldu ya, o da ayrı.
Dört kişilik koca bölüm!
Bir önceki yazıda, başıma gelen bir dizi olaydan sonra nihayet bir vakıf üniversitesi ile sözleşme imzaladığımı anlatmıştım.
Kabul, bir vakıf üniversitesi idi yeni çalışmaya başladığım yer; ama en azından kağıt üzerinde "demokrat ve özgürlükçü" bir üniversite olmayı vaadediyordu.
Mütevelli heyet başkanı kentte sosyal demokrat kimliği ile biliniyordu(!), kendisi de bir eğitimci(!) idi ve uzun zamandır da eğitim alanına "yatırım"(!) yapıyordu.
Malum, artık eğitim de karlı bir yatırım alanı idi!
Ayrıca, üniversitenin kurucusu olan vakfın mütevelli heyetinde sosyal demokrat kimliği ile bilinen siyasetçiler de vardı... Ama, ne yazık ki her şey tiresi upuzun bir -di'li geçmiş zaman ekiyle yazılmayı hak eder şekilde gelişti.
Üniversitenin çeşitli yöneticileri arasında siyasal tutumdan etnik kimliğe, kişisel husumetlere kadar bir dizi nedenle oluşan çatışmaların tam ortasında kalmak bu bağlamdaki örneklerden ilki idi.
Üniversitenin kimi üst düzey yöneticilerinin -yazılarını redakte etmek, kaynakçalarını düzenlemek gibi- işlerini yapmaya zorlanmak, yapmadığında da sözleşmeli oluşunla tehdit edilmek, aralarında husumet olan üst düzey yöneticilerin sana da her manada yansıyan çekişmelerinin ortasında, hayallerini hayata geçirmeye çalışmaktan başka şans yoktu.
Tam her şey belirli bir dengeye oturdu derken, "ekibi" ile bir başka vakıf üniversitesinden "transfer edilen" yeni dekanın gelişi yeni bir dönem oluşturacaktı.
Aslında yavaş yavaş bir şeyler şekilleniyor gibi idi.
Vaktiyle akademik rol modellerimden birisi olarak gördüğüm bir hocamdan bölümde ders vermesini rica etmiştim ve kabul etmişti. Bu üniversitede çalışmaya başlama konusunu kendisine danışmışlığım da vardı.
Bölümün her işine tek başına koşturan bir asistanımız ve ayrıca, bir de öğretim üyesi arkadaşımız olmuştu.
Dört kişilik "koca" bir bölümdük artık!
Diğer bölümlerden de aldığımız destek ile derslerimizi yürütüyor, önemli bir kısmı burslu olan öğrencilerimizle birlikte bahçeye çiçek dikiyor, film izliyor, Soma faciasından kadınlar gününe, Kürt sorununa çeşitli konulara ilişkin paneller düzenliyorduk.
Kuşkusuz bir türlü "akademisyen olamama" hikayemi yakından bilen şehir dışındaki hocalarımın, dostlarımın da katkılarıyla, destekleriyle.
Piyasanın görünmez, otoritenin görünür eli!
Bu arada dekan yardımcılığı teklifi de almıştım.
Yeni gelen ekibin bileşenleri de dahil fakülte kadrolarının önemli bir kısmı şehir dışından ders vermek için gelenlerden oluşuyordu.
Ayrıca, yeni gelen ekipten hemen herkes zaten dekanlık, enstitü müdürlüğü gibi konumlara getirilmişlerdi.
Eh, kolay mı? Akademinin hızla ticarileştiği, eğitimin hızla metalaştığı bir ortamda, akademisyenlik mesleğini icra edenlerin de çeşitli makam taahhütleri ve / ama elbette "işletmeye" daha fazla para kazandırmaları beklentisi ile transfer edilmelerinde şaşılacak bir şey yoktu.
Nihayetinde her iki kentteki öğrencilere (ya da müşterilere!) hitap edebilmek için komşu kent ile çalıştığım kentin sınırında bulunan diğer özel üniversiteden "transfer edilmişlerdi"...
Bu arada bu yeni ekibin üyelerinin hemen hepsinin asker emeklisi olduğunu, okulda halihazırda bulunan asker emeklisi kimi hocalarla(!) ortak tutum takınarak, bölümleri "birlik" gibi yönetmeye kalktıklarını, hatta bir kaç tane de "ders talimnamesi" sayılabilecek belge yayımladıklarını geçerken belirteyim.
Belirteyim ki liberallerimizin bir türlü göremedikleri piyasanın görünmez eli ile otoritenin görünür eli arasındaki güçlü ilişkinin eğitim dünyasında açığa çıkışına güzel bir örnek olsun.
Öğrencilere sığınmak!
Zaten kendisi de bir fakülte kadar olan üniversitede, sadece bölümünden değil diğer bölüm ve fakültelerden öğrenciler ile de en fazla vakit geçirenlerden birisiydim.
Üniversitede en fazla ders veren kişi olmak bir yana, çoğu zaman üniversiteyi son terkeden kişi idim. Üniversitede olan bitenin yarattığı tahribattan sağ kalmanın, öğrencilere, bölüm arkadaşlarına ve işine sığınmaktan başka yolu yoktu!
Dekan yardımcılığı teklifinin gelmesinde rol oynayan faktör kuşkusuz bu idi. Nitekim yaşı ilerlemiş olan ve "ekibinin" bütün üyeleri, idareci de olsalar, sadece dersleri ya da toplantıları varsa okula gelen dekanımıza koşturacak birileri lazımdı.
Fakülteye geldiği günlerde sarfettiği cümlelerden ilki, çalıştığım iktisat bölümünü -yeterince para kazandırmadığı için- kapatmak gerektiği olan bir dekanın yardımcısı olmanın son derece sıkıntılı olduğunu biliyordum elbet. Ama gene de teklifi bölüm ve fakülteden arkadaşlarım / hocalarımla durumu istişare etmeye karar verdim.
İstişaremizden çıkan sonuç, daha fazla iş yükü pahasına bu görevi kabul etmek gerektiği olmuştu: Emek verdiğimiz bölümümüzün kapatılması ya da bölüme tepeden birilerinin getirilmesi gibi süreçlere daha kolay müdahil olabilirdik...
Şunu da belirtmek isterim: Bir yardımcı doçentin girmekle yükümlü olduğunun ziyadesiyle üzerinde derse girdiğim ve bir dizi de idari görevim olduğu halde bunların hiçbirisi ücretime yansımıyordu.
Sakıncalıydım nihayetinde!
Bu son ifadeyi, birgün odama girdiğimde masamda oturup bir arkadaşı ile sohbet ettiğini gördüğüm okulun ortaklarından olan bir hanımefendinin "biraz dışarıda bekler misiniz" sorusunu, masamdan(!) kalkmasını isteyerek karşılamam sonrasında şikayet edildiğim rektör yardımcısından duyacaktım:
Sakıncalısın zaten, bir de beyefendiliğini bozuyorsun!
"Hanımefendi" belki de haklıydı: Nihayetinde masanın mülkü kendisinindi. Hem öyle ya, belki de, terk edip gitmek lazımdı o an o okulu!
Ama ah işte, o sakıncalılık yok mu, "sakıncalı" olduğunu bilmenin yarattığı güvencesizlik hissi! Bir de "beyefendilik"...!
Başımıza gelenler biraz da, Louis Bonaparte misali, bütün toplumsal ilişkilerin şahsında somutlandığı "beyefendi"ye gelip dayanmıyor mu zaten...
Gereksiz akademisyenler!
Velhasıl, süreç büyük bir hızla tersine döndü.
Bölümün kapatılması, bölümün ve bölümde çalışanların "gereksizliği" bağlamında yapılan üst düzey kulisler ve bir avuç genç akademisyen olarak, bir yandan öğrencilerimizle kurduğumuz ilişkileri diğer yandan da işimizi koruma çabası, artık çekilir olmaktan çıkmıştı.
Ama bir yandan da bölüm, dersleri, az sayıdaki öğretim üyesinin katıldığı ya da organize ettiği etkinlikler ile kentte görünür olmaya başlamıştı.
• Uzun zamandır üzerine çalıştığım; üzerine, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bursiyeri olarak katıldığım bir programda yazılmış bir yüksek lisans ve bir de, Türk Sosyal Bilimler Derneği (TSBD) tarafından mansiyon almış bir doktora tezi olan Güney Afrika'ya olan akademik ilgimin Abdullah Öcalan ile bir ilgisinin olup olmadığının sorgulanması,
• Katıldığım panellerin, üniversite yönetimine, bizzat yardımcısı olduğum dekan tarafından "terörist gurupların etkinliklerine katılmak" biçiminde yansıtılması (ki kendisine bunu sorduğumda, işini yaptığını söyleyecekti, artık dekanlıktan ne anlıyorsa!),
• Bölümün kapatılma baskısı,
• Bölümdeki arkadaşlara yapılan mobbingler ve benzerleri... iyiden iyiye tadımı(zı) kaçırır hale gelmişti.
-Çalışamadığım, atıldığım-
Ki bunların en üst noktada olanlardan bir tanesi, üniversiteden, kentteki kamu üniversitesinde çalışmak üzere istifa ettikten hemen sonra basına da yansıyacaktı.
Üniversiteden ayrılmamdan (hikayesini aşağıda anlatacağım) çok kısa süre sonra, bölümün kapatılması ve bölümde çalışanların "gereksizliği" konusunda ısrarcı olan dekan amacına ulaşarak iktisat bölümünde kalan öğretim üyeleri ve asistanların işten çıkarılmasını sağlayacaktı.
Bu arada işten çıkarılan ve kendisiyle konuşmak üzere odasına gelen bir kadın öğretim üyesi arkadaşımızı küfrederek odasından kovacak, sendikalar ve kadın örgütleri bu olaya ilişkin basın açıklamaları yapacak ve nihayetinde bu olayı kamuoyuna duyurma çabasında olan bir başka kadın öğretim üyesi de bu nedenle işinden olacaktı.
Son çalıştığım -ya da çalışamadığım, atıldığım- üniversiteye başvurmam bu olayların gölgesinde gerçekleşti. (TT/PT)