Bellek unutuyor, unutmayanlar ölüyor, yapılanlar eğer yazılıysa yarınlara kalıyor...
Şehirlerin, ilçelerin, kasabaların, köylerin her birinin herkes için geçerli özel anlamları, özdeş oldukları özellikleri vardır.
Ankara “Başkent”tir, İstanbul “payitaht”tır, Konya “Mevlana’nın mekanıdır”. Herkesin doğduğu, büyüdüğü, nüfusa kayıtlı olduğu yer ise “kendi memleketi”dir. Onun için anlamını bu özelliği oluşturur.
Kimi yerlerin ise herkes için farklı birer anlamı vardır. Örneğin, Erzurum benim için okula başladığım yerdir. Van ise “Doğu”yu algıladığım, anladığım yerdir. Diyarbakır ise benim için “Kürt olmanın” ne demek olduğunu öğrendiğim yerdir.
Konya arkadaşım İlhan'la özdeşti...
“Yol’cu”yla birlikte yolumuzu çevirip geçtiğimiz son yer olan Konya’nın “Yunak” ilçesi ise benim için bu yıl “mide kanseri”nden yitirdiğim arkadaşım “Dr. İlhan”la özdeşti benim için.
Yaşı çok daha eski olduğu halde, tıp fakültesini verdiği bir aradan sonra bitirdiği için 12 Eylül darbesi sonrasında getirilen “mecburi hizmet”ini burada yapmıştı.
Yunak'ı çok sevmişti...
Orada yalnız hekimlik değil, atanmış olarak “belediye başkanlığı” görevini de üstlenmişti. Bir araya geldiğimizde çok sık anlatırdı Yunak’ı ve orada yaptıklarını. Kendi yurdu olarak görmüştü orayı, çok sevmiş, oraya ve insanına hizmet etmekten mutlu olmuştu.
Yıllar önce bir kez geçtiğim bu ilçeyle ilgili belleğimde çok az şey vardı, oraya gittiğimde. Yeniden “keşfetmeye” çalıştım. Ama bu keşif biraz da İlhan’ın izini aramaya dönüştü.
“Yol’cu”yu park ettiğim sağlık ocağının eskiden “Kaymakam Konağı” olduğunu, hemen karşıdaki eczacıdan öğrenince; İlhan’ın çalıştığı, o zaman sağlık ocağı (aslında sağlık merkezi) olan, şimdi ise Yunak Devlet hastanesi olan yere gittim.
Amacım onu anımsayan birilerini bulmak, eğer bulursam onun çalışırken yaptıklarından kaynaklanan kimi izleri aramaktı.
Arefe günü olduğu için birkaç acil hasta dışında kimse yoktu, hastanede. Kapıda oturan birkaç kişiden birisi oranın doktorlarından birisiydi. Merhabalaşıp tanıştım ve İlhan’dan söz ettim.
“Ağbi ben buralıyım ama iki yıldır buradayım. 2000’de okulu bitirdim, öncesini bilmem” dedi.
"Kim bilir?" diye üstelediğimde şimdi emekli olan bir müstahdemden söz etti. Nasıl bulurum dediğimde de kolay olmayacağını belirtti.
Eski ve il merkezlerine uzak olan ilçe merkezlerinde eskiden “merkez sağlık ocağı” yerine aynı zamanda yatağı da olan “Sağlık Merkezleri” yapılmıştı. Bir aralık “10 yataklı devlet hastanesi” diye anılır olmuştu. Sonra yine merkez sağlık ocağı oldu, en sonunda da burada olduğu gibi “ilçe devlet hastanesi”ne dönüştürüldü.
Bu merkezlerin mimari yapıları birbirlerinin aynıdır genellikle. Birisi yarı yarıya toprağın içinde olmak üzere “iki katlı” binalardır. Eskiden üst katlarında hasta ve doktor odaları, hatta ameliyathaneleri olurdu. Alt katta ise yemekhane, laboratuar, röntgen, diş ünitesi gibi birimler yer alırdı.
Sonra alt katları sağlık ocağına dönüştü. Şimdi ilçe devlet hastanesi olunca da genellikle acil bölümleriyle poliklinikler burada oluyor.
Acaba İlhan mı dikti ağaçları?
Genellikle ilçe dışında ve bölgenin yapısı müsaitse bir yamaçta yer alırlardı. Hizmet birimini arkasında da iki tane lojman olurdu. Birisi biraz köşkü andırırdı ve doktorlar burada otururlardı. Diğeri ise hemşire ve diğer personelin kaldığı lojman bölümüydü.
Yunak’taki de öyleydi. Hastane onarımdan geçmiş ve albenili bir hale getirilmiş. Doktor ve personel lojmanlarına ise dokunulmamış. Doktor lojmanının önündeki büyük ağaçların yaşlarını hesap etmeye çalıştım. “Acaba İlhan dikmiş olabilir mi” diye aklımdan geçirdim.
Orada bir iz bulma şansı olmayınca yeniden ilçe merkezine döndüm ve yaşı uygun olan kişilere onu sormaya niyetlendim. İlçenin meydanında gezerken, adını ilçenin adından alan bir eczane görünce, “En eskisi budur” diyerek ona yöneldim.
Genellikle olduğu gibi eczacı orada değildi. Kalfalardan biraz daha yaşlıca olanla konuştum ve İlhan’dan söz ettim. Anımsadı. “O burada çalışırken, annem, baba sağlık ocağında çalışıyordu, o yüzden tanıyordum, tez canlı, biraz da ters biriydi” dedi.
"Tez canlıydı..."
İlhan mesleğin kurallarından ödün vermeyen, işine seven ve gereği gibi yapan bir insandı. Şimdi tartışılan “sekiz saatlik tam gün” değil, 24 saat çalışan bir hekimdi. O nedenle de hastaları çok sever, ama yanında çalıştırdıklarının bazılarıyla, ona iş yaptırmak isteyenler pek hoşlanmazlardı tavırlarından.
Torpil yapmaz, hatır gönül üzerinden gelen baskılara aldırmazdı. Kuralları ve ilkeleri olan, kendini sürekli yenileyen, okuyan ve insanı bilen, anlayan, doğru ilişki kuran ve gerçekten “hekim” olan bir hekimdi.
Ardından atanmış da olsa görev yaptığı belediyede belki bir iz bırakmıştır diye oraya gittim. Orası da “arife nedeniyle” tatile girmişti ve kimse yoktu. Dolayısıyla “İlhan’ın izini bulma olanağı da” yoktu!.
İzini bulamadım
Sonuç olarak Yunak’ta iki yıldan fazla zaman hekim olarak görev yapan Dr. İlhan Özel’den bugüne kalan bir iz bulamadım.
Çünkü o her hekim gibi işini yapmakla yetinmişti. Bina yapmamıştı, heykel dikmemiş, zamana direnen ve korunan bir eser bırakmamıştı. İşte o zaman hekimlerin yaptıklarının aslında “görünmez” işler olduğunu bir kez daha anladım.
Hava gibi, su gibi, varlıkları halinde hissedilmeyen, yokluklarında, olmadıkları belli olan kişilerdir hekimler. Tam oradayken bu yıl içinde “mide kanseri”nin neden olduğu, yakınımda yaşanan “ikinci ölüm”den haberdar oldum:
Sevgili Mehmed Uzun’un tüm Kürtleri ve sevenlerini bırakıp gittiğini bir dostum söyledi.
Çok üzüldüm. O İlhan için de “direnç” nedeni olmuştu sağlığında. Onunla konuşma fırsatını bulduğum Diyarbakır’da bu yıl ki “14 Mart Tıp Bayramı” yemeğinde aynı masaya oturmuş ve bunu ona da söylemiştim.
Yunak'tan Mehmed Uzun'a selam...
Yaptıkları görünmeyen hekimlerin; yapmadıkları, daha doğrusu yapamadıkları, ortaya çıkan sonuçları nedeniyle onları görünür kılıyor ne yazık ki!...
İlhan’ın Yunak’ından, Mehmed Uzun’a bir “acı selam” veriyor ve gittiği yerde İlhan’la buluşmasını, bunları ona söylemesini diliyorum. Bize düşen ise onları anımsayarak ve bizlere olan vasiyetlerini yerine getirmek. Mehmed Uzun’un en büyük isteği “şiddetin son bulması ve barışın gelmesi” idi.
O “Ölümsüz birey yoktur ama, bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerin tümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır. Barış sadece ölümsüz bir eser değil, insan aklının yarattığı en önemli iştir” demişti.
Onun bu isteği şimdi çok daha önemli. Çünkü bu amaçla dişini tırnağına takıp uğraşan bir Mehmed Uzun yok bizim önümüzde gidecek. O nedenle de bu en büyük görev bizlerin... İster hakim, ister yazar ister aydın olalım... (MS/NZ)