“Türkiye Edebiyatında Ötekiler” dosyasının bu haftaki konuğu Suzan Samancı.
- Zamanın ve mekanın sınırlarını aşan “öteki” kavramı kendini diğerine karşı keşfetmenin başlangıcıdır. “Gerçeğin Varlığı”nın kanıtlanabilirliği haricileri göstererek ne olmak istediğimizi sorar. Türk edebiyatında “öteki”nin kaynağı neye dayanır?
Suzan Samancı: Edebiyat ve sanat, yaşanılan coğrafyanın dolaylı ve dolaysız yansımasıysa ve insanlar sadece kendi benliklerinin içinde değil, aynı zamanda gerçek anlamda karşıtında var oluyorsa, kimliklerin varlığı ötekiliğin farklılığına bağımlıdır. Her toplum kendi edebiyatını, yarattığı karakterlerle yeniden üretir, edebiyatın karakterleri, o toplumun gerçek yüzüdür.
Bir toplumda kimlik bunalımı yaşanıyorsa, katılımcı ve çoğulcu olan gerçek bir demokrasi sadece sözde kalıyorsa ve her şey "Ait olanlar ve olmayanlar" diye algılanıyorsa, "Ötekilik" başlamıştır. Dahası toplum teyakkuz haline getirilip, dost ve düşman ikilemine dönüştüğünde, tehlike ve çatışma da kaçınılmaz olarak kendini dayatır.
Sanat eserleri kendi döneminin toplumsal olaylarından, her türlü devinişinden, zamansal ve mekânsal ilişkilerinden doğduğuna göre, eserler zamanına ve mekânına bağımlıysa, her ülkenin sanatı ve edebiyatı ülkesinin gerçekçi tarihidir. Tarih, özellikle resmi tarihler çarpıtılıp, doğrular üzerinden yeniden inşa edilebilir.
Ötekilere duyulan nefretin çoğu zaman insanın kendisine duyduğu nefretle ilişkisi vardır. İnsanın kendine dair olanın bastırılması nefret ve saldırganlık oluşturur. "Ötekiliğe" düşmanlığın siyasal ve toplumsal gerçekliği hep görünür kılınıp güncel hale getiriliyorsa, toplumsal çürüme ve hastalık başlamış demektir. Cemaat ve tek tip kültürleri savunanların, gerçeklikle ilgisi kırılgan ve zayıftır, statiktir. Dahası güdümlü ve "ötekisini" yaratan bir toplumun ötesinde, ötekilerden oldukça rahatsız olan, buna tahammül edemeyen bir toplumdan söz edebiliriz. Bu durumda, edebiyat hümanizmi barındırsa da, koşulsuz masumiyetinden söz edebilir miyiz?
- Var oluş aslında bir nevi “tavır”dır. Farklılıkların kendinden değil yaşadığı toplumdan hareketle oluştuğunu öne süren Baudrillard, “öteki”nin sırrını “Kendim olma imkânının bana asla verilmemiş olmasıdır ve ancak dışarıdan gelenin kaçınılmaz saptırmasıyla var olurum” şeklinde açıklar. Türk edebiyatında “öteki”nin var ettiği bir edebiyat anlayışı var mıdır?
S.Samancı: Kimlikler var olmak için, farklılığa gereksinim duyar ve kendi kesinliğini güven altına aldıktan sonra, farklılığı ötekiliğe dönüştürdüğünde sorun başlar. Toplumsal varoluşumuz özne - öteki diyalektiğinin işleyişiyle anlamını buluyorsa, "Ötekilik" salt kişiler ve kişi midir? Lacan için "öteki bir kişi değil, bir yer, yasanın özü, dil ve simgesel olandır" aynı zamanda. Toplumda özneler için uygun koşullar yoksa özne olmaya katlanamama durumu, öznenin ötekini reddederek baskı altına alma gerçekliğini doğurması da kaçınılmazdır. Çoğunluğun yaşamsal alanlarının değil, her türlü sınıflandırmanın ötesinde kalanlar, aynı zamanda düzeni alaşağı edenler olarak algılanır ötekiler. Tek tip kültürün momentine odaklı bilinçler için, korku ve sınırlama döngüsündedirler de.
Dışlananların, marjinalleşenlerin eylemleri hep yeni ufuklara yolculuğu ve yeniliği başlatır. Farklılıkların, kendiliklerine sahip çıkma bilinçleri, özgürlük kıvılcımlarını hep diri tutarken, yeni olana bakışı, doğruluk kıskacından kurtarıp gerçeklik alanına ateşler. Ötekilerin ortak duyguları: Her alandan somut veya soyut olarak dışlanmaları, kabullenmemeleri. Ötekileri nesnel olarak algıladığımızda, ötekilerin kabulü, kendi olanların kendilerini kabulünü gerektirirken, Levinas, "Ötekinin, her zaman bir fenomen olarak akustikçe var olduğunu ve her bireyin "öteki" yüzle mutlak karşılaşmasının zorunluluğunun önemine dikkat çeker. Türkiye'nin toplumsal-kültürel yapılanması ve ötekilere tahammül etme bilincine eleştirel bir bakış, tüm gerçekliği göz önüne serebilir. Bu anlamda "Türk Edebiyatı"nda "ötekiler"in var ettiği edebiyat anlayışından çok, "ötekiler"in derinden derine uğuldayıp oluşturduğu has ve özgün bir edebiyat damarından söz edilebilir. Yaşar Kemal ve Bilge Karasu örneğini verebiliriz. Dünya edebiyatına baktığımızda, iki dil ve kültür arasında sıkışmış olan, ya da ötekileştirilenlerin eserlerinin daha damıtık, şiirsel, özgün yaratımlar olması ve kanonlaşması James Joyce, Kafka, Samuel Beckett’lar bir tesadüf mü? Ötekileri soyut olarak kabullenmek, sevmek ve işaret etmek kolaydır; gerçek anlamda işaret edişi göze almak, kendiliği, insaniliği, yanar döner olmayan, omurgalı ve has bir aydın olma durumunu gerektirir.
"Baskı ve korku, oynanan roller üzerinden güdümlü edebiyata götürür"
- Türk edebiyatının kılcal oluşumlarından Tarık Buğra, Yakup Kadri, Halide Edip, Ömer Seyfettin vs. gibi yazarlar eserlerinde Türkçülüğün üstünlüğünü vurgularlar. Milliyetçi bir çizgide eserler veren sanatçıların kendi milletinden olmayanlara (Kürt, Ermeni, Yunan vs.) sosyal, kültürel, siyasal alanlarda baskın olma çabasının bellekleri sizce nelerdir?
S.Samancı: TürkiyeCumhuriyeti’nin "Ötekiler"in enkazı üzerinde inşa edilişinin tarihsel süreci "Türk Edebiyatı"na çok iyi yansımıştır. Darbelerin ve yasakların tarihi olan Türkiye'de ötekileri savunmanın dili hep örtük ve çekinik olarak yapılanmıştır. Edebiyatın anlamı, mutlak ruhun ve düşüncenin kendi bilincine varmasında değil, toplumun sorgulayıcı ve gerçek anlamda eleştirel bakışında yatar. Baskı ve korku, oynanan roller üzerinden, güdümlü edebiyata götürür ki, bu da iktidar ve sistemle özdeşleştirir. Bu özdeşleştirme edebiyatçıyı lokalize eder. Gerçek edebiyatçı ve sanatçı milliyetçiliğe ve erkçiliğe karşı olduğu sürece, edebiyatın anlamından söz edebilir. "Edebiyatta Ötekiler" ile ilgili iki güzel çalışmayı yıllar önce okumuştum. Herkül Milas'ın "Öteki Ve Kimlik" ve Rohat Alakom'un "Türk Edebiyatında Kürtler" okunması gereken önemli kitaplardan. Birçok romanın milliyetçiliğin temelleri üzerinden yeşerdiğini görüyoruz. Ortadoğulu yazarlar kimlik bunalımını yaşarken, kendini "öteki"nde tanımaktan yoksun bir bilinçle ve kutsallığın esaretinde yaratıyorlar kahramanlarını.
H.Milas, "Milliyetçi ideolojinin etkisinde olan edebiyatın anlatımı bir çocuk masalını andırır. Bir yanda ‘biz’ olumlular, yani iyi, haksever, dürüst, yürekli olanlar vardır. Karşı tarafta ise ‘ötekiler’, bizden sayılmayanlar, olumsuz, yani kötü, ahlaksız, korkak vb. olanlar vardır. Bu noktada milliyetçi olmayan söylem ile milliyetçi olan söylemin farkı çarpıcıdır" diyor.
Yıllardır savaşan ve bir türlü demokratikleşemeyen, ötekileri yok etmeye yönelik yapılanan ve yanlış temeller üzerine inşa edilen Türkiye'nin durumu ortada! Savaş ve yok etmek çözüm mü? Türk edebiyatında ne Kürtlerin, ne de Ermenilerin edebiyata özgürce ve yeterince konu edilmemesinin en önemli nedenlerinden biri de, Türk edebiyatının edebi, tarihsel ve sosyolojik incelemelerle beslenmemesi, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Museviler'in tehlikeli ve tabu olarak algılanması... Rohat Alakom'un incelemesine bakıldığında, Türk olmayanların küçümsendiği, birçok yazarın, Esat Mahmut Karakurt'un "Dağları Bekleyen Kız", Refik Halid Karay'ın "Yezid'in Kızı" romanında Kürt ayaklanmalarını İngiliz yüzbaşısının marifeti olarak görürken, Halide Edip Adıvar da "Kalp Ağrısı" romanlarında Kürdistan'ın korku, esrar ve eşkıya yatağı ülkesi olarak görülmesine dikkat çeker. Ömer Seyfettin'in "Bir Ermeni Gencinin Hatıraları" adlı eserinde Kürtleri ve Rusya’yı hedef gösterir: "Bizimkiler arasında Ermenilerin kırılmasında Rusya parmağını anlayan pek az. Sizinkilerde de Ermenilerin Türk memleketlerini almaya çalıştıklarına inananlar pek çok! Affedersiniz, sizinle serbest konuşuyorum. Canım, şu Kürtlere ne dersiniz? Bunlar insan mıdır? Canavar mıdır nedir?"
Kemal Tahir ise "Bir Mülkiyet Kalesi" adlı romanında şöyle yazar. "Kürtler evlerini, barklarını, topraklarını yüzüstü bırakarak, sırtlarına sardıkları pis yorganları ve yorganlardan daha pis çocuklarıyla bir gün çıkageldiler... Hükümetin verdiği bir haftalık erzakı üç günde bitirmekteydiler. Dört gün aç hayvanlar gibi şehre dağılıp dileniyorlardı.” (Sayfa 80)
Tarık Buğra da "Küçük Ağa" adlı romanında Kürtleri küçümser ve güven verici olmadıklarına dikkat çeker. Şukufe Nihal ise "Çölde Sabah Oluyor" adlı romanında "Gerçekten de bu Kürtler fena insanlar değil!" diye ılımlı bir yaklaşım gösterirken, Reşat Nuri Güntekin, " Son Sığınak " adlı romanında tuluat tiyatro ekibinin Kars, Ağrı ve Van'a yaptığı yolculukta halkın Kürtçe konuşmasının tiyatro ekibine zor günler yaşattığını söyler. Mahmut Esat Karakurt'un "Dağları Bekleyen Kız" adlı romanında subay Adnan ile Kürt kızı Zeynep'in ilişkisi anlatılırken, Türk askerinin ve erkeğinin gücü vurgulanır. Barbaros Baykara'nın "Dersim" adlı romanında Besê, cinsel nesne olarak ele alınırken, çarpışmanın sürdüğü yerlerde erkeklere boyun eğen bir tip olarak anlatılır.
Sanırım 1974 yılıydı, Osman Cemal Kaygılı'nın "Çingeneler" adlı romanı Tarık Dursun K. tarafından "Radyo Tiyatrosu" olarak yayınlanıyordu. Sonradan zevkle okumuştum romanı. O yıllar dikkate alındığında, çok güzel ve nesnel bir roman diye düşünüyorum. Harkül Milas da "Öteki Ve Kimlik" adlı çalışmasında, Ömer Seyfettin'in, Halide Edip Adıvar'ın, Yakup Kadri'nin, Samim Kocagöz'ün ve Atilla İlhan'ın "öteki”ne bakışının olumsuz ve yanlı olduğuna dikkat çeker; gayrimüslimlerin, Rumların korkak, düşük ahlaklı, kadınların ise, Batı'nın ahlaksal çöküntüsünün uzantısı ve şehvetin nesneleri olarak fahişeler olarak karakterize edildiğini vurgular.
Edebiyatın temeli milliyetçilik kalıpları üzerinden yükseldiğinde, önyargılar ve genellemelerle tek tip olumsuz karakterlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır ki, bu da edebiyatın ve sanatın kabulünü zorlar. Dünyayı artistik bir edayla kavrayan sanatın biricik amacı dünyayı daha da güzelleştirmek ve kötülüklere panzehir görevini doğal olarak üstlenmek değil midir?
"Gerçek ve yaratıcı sanat, kutsal düzenin ortadan kalkmasıyla doğar"
- Edebiyat dünyasında “öteki” kavramı, tek bir boyut ile sınırlı değildir. Sayısız farklılıklarla kendini yenilemeyi, beslemeyi bilen, yaratılan imaj ile çeşitlilik arz eden kültürel bir mozaiğin ana kaynağıdır. Ancak dilin ortaklığına rağmen yazarlar, birbirlerine göre “öteki” içinde değerlendirilebilmektedir. Yazarlar, aydınlar “Öteki” olmadan var olmayacaklarını bildikleri halde her birini karşısındakini yabancılaştırmaya götüren nedenler nelerdir?
S. Samancı: Türk edebiyatında seksenlerden sonra yazılanlar inceleme ve araştırma konusu olduğunda, acaba nelerle karşılaşacağız? Özgür irade ve nesnellik iyi bir edebiyat için zorunluluktur. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiyeli aydınlar, gerçekliğin çoğulluğunu görmek istemediler. Oysa her şey doğruların temelinde şekilleniyor; bilindiği gibi doğrular hem tekilliği hem de kurguyu içerir, bağımsız değildir. Gerçeklik algısı korku üzerinden şekillendiğinde, her şey tıkızlaşıyor, bağımsızlaşamıyor ve evrensel normlara da ulaşamıyor. İnsanları ortak bir öze indirirken farklılıkları dikkate almamak ve düşman göstermek ürkütücüdür ve bir topluma yapılacak en büyük kötülüktür. Gerçek bir aydın, yazar olmak evrensel bilince ulaşmak büyük bir çaba ve direniş gerektirir. Özgürlüğün olmadığı ülkelerde "öteki"nin yaşam hakkı, dili ve kültürü tanınmıyorsa, ne yaparsanız yapın dışlanırsınız, görmezden gelinirsiniz; inkar edilmeyecek güçlü bir edebiyat yaptığınızda da lütfen kabul edilirsiniz. Yaşadığımız bir yığın örnek var. Ve insan, aydın da olsa edebiyatçı da olsa, kendi ülkesine benziyor nihayetinde.
- Bir toplumda “öteki” sayılmak hem yabancılaşmayı hem de öz benliğe doğru bir arayışı başlatmaktadır. Bireysel olarak güçlenen sanatçı, kimliği ve öz değerleri ile çıktığı yolda çoğu zaman farkında olmadan “evrensel”e ulaşmaktadır. Ötekileştirilenleri “öteki” yapan temel olgular ve bu sanatçıların evrensel açıdan buluştukları ortak noktalar var mıdır?
S. Samancı: Bizlere acı verenlerin ve bizleri güdümleyenlerin onayına ihtiyaç duymadığımızda özgürleşiriz. Tarihe baktığımızda, toplumun gerçek öncüleri olan sanatçılar ve aydınlar totaliter rejimler için hep tehlike olarak görülmüş, sürgüne, cezaevlerine ve yalnızlığa itilmişlerdir. Fransa'da, ABD'de pek çok entelektüel ve sanatçıyı, kendi ülkelerinin özellikle de Vietnam ve Cezayir'de yürüttükleri sömürgeci savaşlar ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeye itti. Aydınlanamayan, demokrasiden yoksun ülkelerde sanat ve sanatçılar özgür değildir. Sanatçılar kutsal olanı parçalamak ve ana merkeze, kendi olan insanı oturtmak ister; insan ruhunun özgürleşmesine, farklı kültürlerin önemine dikkat çeker.
Gerçek ve yaratıcı sanat, kutsal düzenin ortadan kalkmasıyla doğar. İnsanın özgürlüğünün niteliği olan kendiliği öldürmek, insanı yok etmektir; totaliter rejimler insanı insan olmaktan çıkarıp hiçleştirir ve yaşayan ölülere, robotlara dönüştürür. Acının, ölümün olduğu yerde tüm insani değerler tehdit altındayken, tarafsızlık adına, farklılıkları bilinç dışı bir biçimde bastıran "kolektif kimliğin" diğer adı milliyetçilik değil midir? Evrenselliğe ulaşan düşünce ve ruhun evi her yerdir, tüm dünyadır. Bizlere fazlasıyla gerekli olan da bu değil mi?
25 Mart 2018, Cenevre (ŞA)
Suzan Samancı hakkında1962'de Diyarbakır'da doğdu. Edebiyata şiir yazarak adım attı. İlk şiirleri 1985 - 1987 yılları arasında yayımlandı. Eserlerinin bazıları Almanca olarak İsviçre'de, Flamanca olarak Belçika'da, İsveç'te, İspanya ve İtalya'da ve Kürtçe olarak Türkiye'de yayımlandı. 1997 yılında Orhan Kemal Öykü Yarışması'nda ikincilik ödülü aldı. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Öyküleri yabancı dillerde birçok antolojide yer aldı. Kitapları: "Halepçe'den Gelen Sevgili" (Sel Yayınları, 2009), "Reçine Kokuyordu Helin" (Sel Yayınları, 2011) "Korkunun Irmağında" (Sel Yayınları, 2011), "Suskunun Gölgesinde" (Sel Yayınları, 2012), "Koca Karınlı Kent" (Ayrıntı Yayınları, 2016) |