Toplumsal ilişkiler bağlamında tüm bireyler “öteki” kavramı ile yüzleşmek mecburiyetindedir. “Ben/biz” edimi dışına çıkıldığında “o/onlar” çatışması, insan bilincini kuşatmaktadır. Yaptığımız çalışmanın amacı, toplumun çok kültürlü katmanında önemli bir yeri olan “öteki” algısından yola çıkarak toplumsal ayrışmaların eleştirel bakışla irdelenmesini sağlamaktır.
İnsan, tarihin ilk dönemlerinden bu yana kimlik arayışı içerisinde olmuştur. Karşıtların üzerine kurulmuş olan yaşam, “ben” ve “öteki” kavramlarını da karşı kutuplara yerleştirmiştir. Öteki sorunsalının her devirde ve ülkede farklı olması bizi Türk edebiyatından “öteki” kavramı üzerinde düşünmeye yöneltti. Bu doğrultuda dosyamıza konuk olan Ali Akay, Suzan Samancı, Yener Orkunoğlu ve Feridun Andaç’tan sonra Doğan Akhanlı ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
“Türk edebiyatında ötekiler” dendiğinde yaygın ulusalcı düşünme biçiminden çok öncesi kabul edilebilir mi?
“Türk edebiyatı” kavramı sorun yaratabilir. Osmanlı’nın kuruluşu ile beraber, Batı normlarından farklı da olsa, koca imparatorluk içinde, iktidarla uyumlu ya da uyumsuz edebiyat türleri ortaya çıktı ve gelişti. Arap ve Acem dili, Türkçeyle bütünleşerek Osmanlı elitinin sanat dilini oluşturdu ve devasa bir divan edebiyatı ortaya çıktı. Divan edebiyatının dili, Cumhuriyet’le birlikte, sanat dilini de kapsayan “reform”lardan dolayı sonraki kuşakların bilgilenme hakkını yok etti. Sadece sanat tarihi açısından değil, her alandaki araştırmalar açısından, 30’lu yıllar da dahil, Cumhuriyet öncesi dönem “Osmanlıca bilen araştırmacılar” dışında herkese kapatılmış oldu. Okullarda, hatta edebiyat bölümlerinde bile “divan edebiyatı” öğrenciler için anlaşılmaz, sıkıcı, hatta alay konusu edilen derslere dönüştü.
Ötekiliğin dinsel boyutundan söz edilebilir mi?
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya yüz tuttuğu dönemde, Jön Türk aydınları, Avrupa’daki ulusal devletlerin ortaya çıkış olgu ve fikirlerinden hareketle o döneme kadar geçerliliğini koruyan “Osmanlı” normunu sorgulama başladılar. “Osmanlı normu”, Müslüman olmayan grupları dışlayan ve “öteki” olarak tanımlayan bir normdu. Müslüman olmayan “milletler”, “ikici sınıf vatandaş” olduklarını kabul ettikleri ölçüde hem hayatta kalma hem de sanatsal varlılarını sürdürme haklarına sahiptiler. “Jön Türkler” adı verilen hareketle beraber, “Türk” ve daha sonra da “Türkçe” normu tartışılmaya başlandı. Jön Türk eliti, Osmanlı’nın kurtarılmasını son derece siyasi ve radikal bir hedef olarak mücadele şiarı yaptı. Namık Kemal ve Ömer Seyfettin örneklerinde bu siyasi ve idealist çerçevenin bütün özelliklerini görmek mümkündür.
Devlet, millet ve edebiyatın birbirini beslemesi, tarihsel süreçte muhalifleri nasıl etkiledi?
1912 İttihat ve Terakki Kongresi, kurulması gereken ulusal devleti tanımladı. Bu ulusal devlet kurma projesi, çerçeveye sığmayan bütün halk ve grupları ötekileştirdi. Ulusal Devlet Projesi radikal ve acımaz bir biçimde uygulandı. Jön Türkler, emperyal amaçlar için, dağılmaya yüz tutmuş Osmanlı İmparatorluğunu, Çin sınırlarından başlayıp Viyana kapılarına kadar genişletebilmek için girdikleri Birinci Dünya Savaşı’nın ilk muharebesinde, Doğu Cephesi’nde, Sarıkamış dağlarında, yüz bin kişilik ordunun hemen tamamını yitirmenin suçunu Ermenilere yıkıp bir buçuk yıl içinde bir buçuk milyon Ermeni’yi çoluk çocuk demeden Suriye çöllerine sürmekte tereddüt etmediler. Ege Bölgesi’nde Yunanistan’ın işgali, Osmanlı vatandaşları olan Pontus-Rumlarının da kırım ve sürgünlerinin gerekçesini oluşturdu. Hıristiyan topluluklardan arındırılmış Cumhuriyet 1923’te kurulduğunda, Jön Türkler tarafından başlatılan, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal tarafından devam ettirilen “tek dil, tek ulus, tek din” şeklinde özetlenebilecek Milli Türk Devleti projesi neredeyse tamamlanmıştı.
Cumhuriyet kurulur kurulmaz kimlikleri inkar edilen Kürtlerin ayaklanmaya başlaması tesadüfi bir olgu değildir. Yedi düvele karşı savaşarak Cumhuriyet’i kurma dogması, kuşaklar boyu propaganda edildi ve devlet adamlarından öğretmenlere, tarihçilere kadar bütün Türklerin ağzında bir türlü çürümeyen bir sakıza dönüştü ama kahramanlık mitosunu haklı çıkaran olgular pek yoktu. Örneğin bu yedi düvelin biri olabileceğini farz edebileceğimiz, 1918’de İstanbul’u işgal eden İngiltere’ye karşı tek bir direnişi örneği verilemiyordu. 1917 Ekim devriminden sonra, yeni kurulan Sovyetler Birliği, bütün askeri birliklerini Türkiye’nin doğusundan geri çekmişti. Güneydoğuda, Fransa’nın birliklerine karşı, gösterilen direnişin nedeni ise Fransa ordusunun 1915-16 soykırımından hayatta kalmış Ermeni gönüllülerden kurulmuş olmasıydı. Bütün bir Cumhuriyet tarihinin, can çekişmeyi andıran bir çatışmalar tarihi olması ve kuruluş tarihinin mahzenlerinin Hıristiyan vatandaşların ölüleriyle dolu oluşu, bu kırım ve katliamlar tarihiyle yüzleşilmediğini ortaya koymaktadır. Bu mahzene 1938’de, Dersim Kürtleri ve Alevilerinin ölüleri de eklendi. O çok iyi koruduğumuzu iddia ettiğimiz Türkiye Musevilerinin yüzde 80’i Almanya’daki 1938 Kasım Pogromunun adeta bir ikizi olan 1955 İstanbul Pogromundan hemen sonra Türkiye’yi terk etti.
Türk edebiyatının millet endeksli sınırlar içinde tutulmasının bu sürecin Türkiyeli diğer birçok edebiyatçı üzerinde etkisi nedir?
Demokratikleşme yolunda atılan adımlar, her on yılda bir yapılan darbeler, askeri muhtıralarla kesildi ve Türkiye’de “olağanüstü hal” normalleşti. Reformcu kıyafetiyle sahne alan, devlet içinde oldukça kök saldığı şimdilerde açığa çıkan, manipülasyon ve komplocu yetenekleri bir hayli gelişkin Gülen cemaatinin yardımıyla, orduyu zayıflatmayı başaran Erdoğan hükümetinin başarısız darbe girişimi sonrası izlediği cuntacı-despotik siyaset, bu şiddet tarihinin son halkasıdır sadece. Edebiyat ve diğer sanatların tarihi de bu tarihin bir parçasıdır ve bu tarihin bütün özelliklerini yansıtır. Sözgelimi dönemin en önemli düşünce kişilerinden biri olan ve tehcir yolunda katledilen gazeteci, yazar, hukukçu, milletvekili Krikor Zohrap’ın ya da Zabel Yesayan’ın varlıklarından haberdar olmamız için neredeyse bir asır geçmesi gerekti. Sorularınızda adı geçen ve milli devlet projesini edebiyatta temsil eden Yakup Kadri, Halide Edip, Ömer Seyfettin, Hüseyin Rahmi’den ise ilkokula başlar başlamaz haberimiz oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mitosu, sol tarih yazımında “anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesi” olarak tanımlandı ve kuruluşun “insanlık suçu işlenen” yanı görmezlikten gelindi. Ömrünü hapishanelerde ve sürgünde tüketmiş, edebi etkisi halen süren en önemli ve eleştirel edebiyatçı Nazım Hikmet’in eserlerinde dahi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dogmasının etkileri görülür.
Ötekileştirilmenin olmadığı bir dünya kurmak mümkün mü?
Kısaca “ötekileştirme” olgusunun, bu şiddet tarihi dışlanarak “edebiyat tarihi ve estetiği” çerçevesinde tartışılması zordur. “Vatan”, “millet”, “hain” ve “şehit” kelimeleri başta olmak üzere, pek çok dışlayıcı, ötekileştirici kavram Türkçe sözlüklerden çıkarılmadıkça ve Türkiye şiddet tarihiyle yüzleşmedikçe, “öteki” gruplar değişecek ama “ötekiler” hep varlıklarını sürdürecekler.
Doğan Akhanlı1957 yılında Şavşat/Artvin’de doğdu. 1991 yılından beri Almanya’da yaşıyor. “Madonna’nın Son Hayali” eleştirmen ve yazarlar tarafından 2005 yılının en iyi 10 romanından biri olarak değerlendirildi. Recherche International adlı kuruluşta araştırmacı ve yazar olarak çalışan Doğan Akhanlı’nın tarih ve hatırlama kültürü üzerine yaptığı projeler Bündnis für Demokratie und Toleranz – Berlin (Demokrasi ve Hoşgörü Birliği – Berlin) tarafından da pek çok ödüle layık görüldü. Doğan Akhanlı’ya 2013 yılında “Pfarrer-Georg-Fritze” İnsan Hakları Ödülü, 2015 yılında da “Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Parlementosu Adil İnsan Ödülü verildi. Kıyamet Günü Yargıçları (2007) ve Babasız Günler (2016) Almanca yayımlandı. Son kitabı “Bükülen Zamanlar” Verhaftung ın Granada adı ile Almanca yayımlandı. |
(DM/EA)