“Öteki” söylemi sosyolojik, siyasal, kültürel birçok alanda insanın bir parçası olarak gündemini hep korudu. İlk toplumsal örgütlenmeden günümüz toplumlarına kadar belli bir sınırı olmayan ”öteki” kavramının özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra millet olgusuna bağlı sınırlarla ifade edilmesi etnik bir sivrilmeye neden oldu. Edebiyat dünyasında da yansımaları olan bu sürecin “Türk Edebiyatı”ndaki yerini merak edip: Ali Akay, Suzan Samancı, Feridun Andaç, Yener Orkunoğlu ve Doğan Akhanlı ile söyleşiler gerçekleştirdik.
Edebiyatta öteki kavramını değerlendirirken millet ve milliyetçilik ile ilişkisine gelen Ali Akay: “Sanatın kendi özünde evrenselliği veya onun başka bir formu olan tekilliği yaratıcılığının parçası olmuştur her zaman. İyi edebiyat ve sanat, yerel motifleri kullansa da yerele bağlı kalmıyor çoğu zaman.”
Sosyolog Ali Akay ile Mikhail Bakhtin’den, Deleuze ve Guattari’ye , Emmanuel Levinas’tan Baudrillarad’a uzanan bir sohbet erçekleştirdik….
“Bu basit ikili karşıtlık düşüncesi”
Kronotop* özelliği olan “öteki” kavramı, her şeyden önce kendini diğerine karşı keşfetmenin ve savunmanın başlangıcı olarak kabul edilebilir. “Bizden olmayan” anlayışının dış sınırı, “öteki”ni göstererek ne olmak istediğimizi sorar. Peki, Türkiye edebiyatında “öteki”nin varlığı sizce nasıl tanımlanır?
Zaman-mekân anlamında Bakhtin’in kullandığı kronotop dil ve söylem ile ilgili olarak verili bir kavram. “Öteki” ise felsefe alanında çalışılmış ve özellikle Emmanuel Levinas tarafından geliştirilmiş olan bir kavram. Rimbaud’nun şiirinden beri popülerleşen öteki kavramı için söylenen “Ben ötekidir” veya Sartre’ın “Cehennem ötekilerdir” ifadeleri, edebiyat ve felsefe dünyasında parlayan sözlerdir. Öteki olmak için öncelikle benlik veya ben olanın tek parça, atom misali olduğuna inanmak lazım; bu tabii bütün Simondon felsefesini takip eden Deleuze ve Guattari için olacak bir şey değil. Çoklaşan bir ben düşüncesi, edebiyatta bilhassa Blanchot ile birlikte “esersizleşme” ve yansız “anonim özne” anlayışıyla ötekinin çok uzaklarına taşındı. Ama hala ötekinden söz etmekteysek, Descartes “egzistansiyalizmi” içindeyiz demektir. Bu, varlığın tek başına düşünen bir ego olduğunu ileri sürmeye kadar bizi götürür. Bana kalırsa başka bir karşı – ideolojinin benlik ile öteki arasındaki ikili ayrım üzerine kuruluşu, bir anlayışın geçerli ve doğru bir bakış olduğunun arkasında yatan basit ikili karşıtlık düşüncesidir. Bu da siyasi anlamda modern toplumlarda çok ağır yaralar açmıştır. Hala ötekileştirilmenin sorunsalı içinde kalmak istiyorsak, -ki, bu bana yöntem olarak doğru gelmemekte- “öteki” denilenin “bizden" olmadığını ileri süren basit düşüncenin içinde kalıp karmaşa (kompleks) teorisinin yanından bile geçmek istemiyorsak eğer; “öteki”nin hakim çoğunluk karşısında yabancı kalanlara verilen genel bir ad olduğunu ileri sürebiliriz.
Modern Türkiye edebiyatı içinde toplum denilen (ne demekse!) yapının içinde azınlık unsurları olanlara verilen genel bir ad olduğunu söyledik. Kimilerine göre ise öncelikle “gayri-müslimler” bu kategoriye konulmakta (bilindiği gibi tarihçilere göre Lozan Antlaşması’ndan önce ekalliyet (ötekiler diye bir adlandırma Osmanlı’da yoktur) daha sonra da alafranga olan topluma yabancılaşmışlar için de ileri sürülen bir tipleme olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Hâlbuki Orhan Pamuk belki de bunu ilk kıran edebiyatçılardan biridir. Beyaz Kale adlı kitabında iki ayrı dinden gelen, farklı coğrafyaya ait iki ayrı insanın ötekileşmesinden çok birleşmesinden veya birbirlerine karışmasından söz ettiğinde “öteki” olarak adlandırılanın dışına doğru düşünmemizi sağlayacak bir çizgi oluşturmuştur.
“Birden çok olma imkânım bana verilemezse...”
Bireysellikten toplumsallığa ya da imgesel olandan simgesel olana doğru genişleyen var olma, aslında bir nevi “tavır”dır. Farklılıkların kendinden değil yaşadığı toplumdan hareketle oluştuğunu öne süren Baudrillard, “öteki”nin sırrını “Kendim olma imkânının bana asla verilmemiş olmasıdır ve ancak dışarıdan gelenin kaçınılmaz saptırmasıyla var olurum” şeklinde açıklar. Bu doğrultuda Türkiye edebiyatında “öteki”nin var ettiği bir edebiyat anlayışı var mı?
Burada Baudrilard’dan alıntıladığınız tam da yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyi çok güzel açıklamakta: “Kendim olma imkânı” yani birden çok olma imkânım bana verilemezse eğer o zaman karşımda bula bula “öteki”yi bulmak zorunda kalacağımdır. Bireysellikten toplumsallığa geçildiğinin ileri sürülmesinin ardında bir de Türkiye’de “bireyleşmenin” gelişmediği ve hep kolektifin içinde kaldığı sanısı yatmakta sanırım. Hâlbuki birey zaten kolektiftir, toplumsaldır. Bunu sosyolojide ilk söyleyenlerden biri de Durkheim’dır. Her şey toplumsalın içinde olmaktadır: İsim, inançlar, âdetlere bağlı kalmak zorunluluğu… Öteki zaten bir kurgu olarak her zaman “inşa edilen bir söylemdir”. Emmanule Levinas’a göre “ben de ötekini yapmaktadır. Aslında Jean Baudrillarad “başkasının yüzü beni yapmaktadır” diye bunu ters çevirdiğinde Lavinas’ı tersten okumuştu. Hâlbuki Levinas her türlü öteki teorisini eleştirmekten başka bir şey yapmamaktaydı. Öteki kavramı ile şeyleştirilmenin, nesnelleştirilmenin gerçekleştirildiğinin farkındaydı. Burada felsefe bir “egoloji”ye indirilmektedir. Levinas ise ötekinin kabulünü “ben”den önce gelmesiyle kurmakta ve bir armağan teorisine oturtmaktaydı. “Öteki”, “aynı” olandan daha önce gelmekteydi çünkü. Öteki burada da bir kayıp olarak ele alınmaktadır; çünkü dönüşlü olarak ben ve öteki bir sirkülarite oluşturmaktadır ki bu bile basitlikten çok uzak bir anlayıştır.
“Milliyetçilik teorilerinin doğasında bir sorun yatıyor”
Türkiye edebiyatının modern döneminin başlarında özellikle Anadolu’da yaşanan savaşın etkisi Yakup Kadri, Halide Edip, Ömer Seyfettin vs. gibi yazarların eserlerinde milliyetçilik teması güçlü tutulmuş. Bu eserlerde Türkçülüğün, üstünlüğü vurgulanıyor. Türkçülüğe bağlı olarak eserler veren sanatçıların kendi milletinden olmayan aydınlara (Kürt, Ermeni, Rum vs.) karşı baskın olma çabasının nedenlerinden bahsedebilir miyiz?
Bu çok uzun sürecek olan bir tartışmayı ele alacaktır. Kısaca şöyle denebilir: Milliyetçilik teorilerinin doğasında bir sorun yatmakta. Yani “balık başından kokmuş” vaziyette demektir. Parçalanan Osmanlı’nın sonrasında kurulan ulus-devletler fikri bu milliyetçiliği beslemiştir, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de. Dönem insanlık üzerine oturmaktadır, ayrı ayrı etnik veya dini cemaatler üzerine değil. O zaman vatandaş kavramı evrensel olarak devreye girdiğinde milliyetçilik ancak bu evrenselin içini dolduracak pratikler geliştirebildi. O da kendi milli çerçevesinin içinde kalanların pratiği oldu. Özellikle Türk-Yunan dostluğu üzerine edebiyat yapıldı (Bunların arasında Yaşar Kemal, Sait Faik, Necmi Gürmen, Bilge Karasu gibi isimler sayılabilir.)
"İyi edebiyat ve sanat yerele bağlı kalmıyor"
Sanat dünyasında “öteki” kavramı, sadece olumsuz yanı ile düşünülmemeli bence. “Öteki”nin diğer yüzü; farklılıklarla kendini beslemeyi bilen, yaratılan imaj ile çeşitlilik arz eden kültürel bir mozaiğin ana kaynağıdır. Ancak etnik kökeni ve kullandıkları dilin ortaklığına rağmen yazarlar, birbirlerine göre “öteki” içinde değerlendirilebiliyor. Yazarları bu tarz değerlendirmelere götüren nedenler nelerdir?
Yazarların kendi kültürlerini ortaya koyan sanat ve edebiyat eserleri vermeleri yeni bir şey değil; ama şunu da unutmamak lazım: Mozaik olarak bakılan zenginliktir elbette. Buna diyecek bir şey yok fakat diğer yandan, Almanya’da Grimm kardeşlerin başlattığı folklor araştırmaları sayesinde etnografya müzelerine kadar giden yerel kültürlerin öne çıkarılıp yüceltilmesinin arkasında büyük felaketleri de beraberinde bugüne kadar getirmiş olan ve Alman romantizmini tetikleyen kimliklerin öne çıkarılması var ki, katı milliyetçilik siyasetlerini ve savaşları körükleyen bir yapılanmayı öncelikle Avrupa’ya ve sonrasında da dünyaya sıçratmıştır. Bu da mozaikten ve onun zenginliğinden çok düşmanlıkları beslemektedir. Siyaset, milliyetçiliği hep bu şekilde kullanmayı tercih ediyor. Bazı zamanlar ise mozaiğin hoşluğundan söz edilebiliyor. Şunu iyi görmek lazım bana göre, edebiyat ve sanatın milleti ve milliyeti olamaz. Sanatın kendi özünde evrenselliği veya onun başka bir formu olan tekilliği yaratıcılığının parçası olmuştur her zaman. İyi edebiyat ve sanat, yerel motifleri kullansa da yerele bağlı kalmıyor çoğu zaman.
“Ötekileştirilme, yabancılaşmayı bastırmaz”
Çemberin dışında olanları yani ötekileştirilenleri “öteki” yapan temel olgular ve bu sanatçıların evrensel açıdan buluştukları ortak noktalar var mıdır?
Ötekileştirilme, yabancılaşmayı bastırmaz, olsa olsa yabancılaştırmaya neden olur öteki olmak. Öteki olmak tabii ki yukarıda da gördüğümüz gibi kişiyi öz benliğe doğru itmekte. Evrensel bir kavramdır. Kavramın içinin doldurulması lazım her zaman. Bu da tekilliklerle, onun iç öğeleriyle, sıfatları ve nitelikleriyle tamamlanmasını gerektirmektedir. Zaman ortak nosyonlara ulaşmak lazım, Spinoza’da söz konusu olduğu gibi. İkinci tür bilgi ve üçüncü tür bilgi diye adlandırdığı düşünce, bizi buraya doğru sürüklemektedir. Yani, bedenler arasında gelişen ilişkilerdeki soyut olmayan genel fikirler, bir “kompozisyon birliğini” oluşturarak ortak alanlar yaratmaktadır. Bu alanlara da her zamandan daha çok ihtiyaç duyulmaktadır.
Ali Akay kimdir?Akademisyen, sosyolog, yazar. 1957’de İstanbul’da doğdu. Paris VIII Üniversitesi’nden 1979’da mezun oldu; aynı üniversiteden 1986 yılında sosyoloji doktorasını aldı. 1992’de doçent, 1998’de profesör oldu. Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölüm Başkanı. Türkçe, Fransızca, Almanca ve İngilizce yazıları çeşitli dergilerde ve kataloglarda yayımlanıyor. Yurtiçi ve dışında çeşitli galerilerde, İstanbul Modern’de ve Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde sergi küratörlüğü ve danışmanlık yapıyor. |
* Kronotop: Zaman-uzam ve duygu birlikteliğini ifade eder. Mikhail Bakhtin tarafından Einstein'in görelilik teorisinden faydalanılarak edebiyata kazandırılan bir terim. Bakhtin bu kavramı chronos (zaman) ve topos (mekân) kelimelerinden oluşturmuştu.
(DM/HK)