Murat Bjeduğ'un Sabo/ Sabahattin Kurt Kitabı'nda 94-101 sayfalarında yer alan "Kızıldere Operasyonuna Katılan Bir Onbaşı Anlatıyor" bölümünü yer yer kısaltarak yayımlıyoruz.
Aslen Hataylıyım. Maddi sıkıntılar ve yoksulluk yüzünden buralara göçtük. Yıllardır bisiklet tamiri işi yapıyorum. Çok küçük bir bahçemiz var, orada biber, patlıcan, domates ekip satıyorum, öyle geçiniyoruz; emeğimizle, alınterimizle ve helal rızkla.
Yaş artık yetmişe yaklaşıyor, sağlık sorunları da başladı. Bu ömrümde Kızıldere hatırasını hiç unutmadım. Her şey şimdi gibi gözümüm önünde o kadar iyi hatırlıyorum ki... Zaten öyle bir faciayı insan istese de unutamaz. Bir de ben terhis olup, sivil hayatıma başladığımda yıllar geçtikçe o gencecik çocuklara, hep üniversite talebesi gençlere, hatta aralarından biri havacı teğmenmiş, adını şimdi getiremedim, o önümde infaz edildi, evden sağ çıkmıştı, onun alnından tek kurşunla hem de yaralı olduğu halde vurulması...
(...)
Niksar’da onbaşıydım. Sabaha karşı koğuşta aniden alarm verildi, bir koşuşturma başladı, tam teçhizatlı olunması emri verildi. Ne olduğu söylenmemişti, ne yapacağımızı, nereye, ne için gideceğimizi bilmiyorduk. Tekmiller verildi ve yola çıktık ama artık yolda çavuşlarımız bir operasyona gitmekte olduğumuzu tahmin ettiklerini konuşmaya başlamışlardı.
Anayoldan bir köy yoluna saptık, döne döne bir köye geldik. Artık köyün adının Kızıldere olduğunu öğrenmiştik. Biz vardığımızda ortalık asker kaynıyordu ve ilk atışlar başlamıştı. Yani operasyon biz vardığımızda yeni başlamıştı. Binlerce makineli tüfek mermisi eve sıkılıyordu. Cehennem yeri gibiydi, kıyamet kopuyordu.
O ara helikopterler inip kalkıyordu, mühim adamların helikopterlerden indiklerini görebildik. Ama her inen tedirgin ve atış menzilinin çok dışında duruyor, birileri o sivil ve takım elbiseli adamlara tekmil veriyor, koşuşturmalarla bir mevzilere, bir komutanlarımıza, bir helikopterden inenlere gidenlerin emir ve talimatnameleri sonra ama çok değil 10-15 dakika içinde bizlere o rütbelilerin bir de sivil adamların yapılmasını istedikleri emrediliyordu.
Bir ara atışlar durdurulma emri bildirildi, birkaç dakika sonra herkese ikişer bazuka mermisi dağıtıldı. İkinci bir emirle bazukaların eve atılacağı emredildi. Bazukalar dağıtılırken evden sloganlar, marşlar, söylendiğini duyuyorduk. Zaten ilk atışların emredilmesiyle evin içindekiler Mahir Çayan’la arkadaşları olduğunu öğrendik.
Siperlerde konuşmaya da başlamıştık. İnsanın vicdanı da yüreği de kaldırmıyor. Evin dışı mermi ve bombalarla zaten delik deşik olmuştu, çatı, evin duvarları harabe haline gelmiş ama içeriden Mahir Çayan ile arkadaşlarının sesleri kesilmiyordu. Bu durum yani işte evin hali, içeridekilerin çaresiz ölecekleri ama bunu bildikleri halde gösterdikleri yiğitlik ve cesaretleri hepimizi çok etkiledi.
Bazukaları, bir Gaziantepli çavuş dağıtırken sessizce, “Arkadaşlar bu içeridekiler Mahir Çayan’la arkadaşları. Hepsi üniversitelerde okuyorlar, talebeler yani. İsteseler okullarını bitirip geleceklerini garanti edecekleri işlerde çalışırlar. Bilin ki bizim gibiler için, fakir halk için buradalar, belki de ölecekler," deyince aramızda sessizce ağlayanlar oldu. Antepli çavuşun o bir dakika içinde söyledikleri hepimizi çok etkiledi.
Ben bazuka mazuka atmam üzerlerine silah da sıkmam diyenlerimiz oldu. Aramızda konuştuk, çok kritik bir durumda, emre itaatsizlikten ağır cezalar verirler, askerliğimizi yakarlar. Biz bazukaları eve değil de eve doğru nişan alıp yere gelecek şekilde atalım, silahları da dama doğru sıkalım, dedik.
Allah şahidimdir Murat bey, ben iki bazukayı da yere gelecek şekilde yani evin duvarına bile değil, yere doğru nişanlayıp attım. Bunu yapmış olmaktan da iftihar ettim her zaman. Kimseye söylemedim, şimdi sana söylüyorum. Allaha bir can borcum var başka kimseye de borcum yok, korkum da yok. Böyle yaptım, iyi ki de öyle yapmışım.
Ateşi kes emri geldi. Bir sessizlik başladı ama ev artık tam harabe olmuştu. Anladık ki operasyon tamamlanmış ama o sırada Mahir Çayan’nın öldüğü konuşulmaya başlandı. Evin içinden hiç atış yapılmıyor, ses de çıkmıyordu. Ama eve girmeye kimse cesaret de edemiyordu. Çünkü Mahir Çayan içeride idi, ben hayatımda böyle bir şeyi ilk defa gördüm bir daha da ne gördüm ne de duydum, koca bir askeri birlik, silahlı, bombalı rütbeliler de dahil kimse yarım saat içeri girmeye vallahi cesaret edemedi.
Sonra bir kıdemli ordu personeli çavuş ben girerim, deyip çelik yelek giydi, eve girdi ama girmesiyle çıkması bir oldu. Evden çıktı yanında da yaralı vaziyette sonradan işte o havacı teğmen olduğunu öğrendiğimiz Mahir Çayan'ın arkadaşı çıktı. Çok ağır hakaretler edildi teğmene. Anarşist, vatan haini, hem ordunun, devletin okullarında oku hem de devlete karşı anarşistlik yap, öyle mi, gibi hakaretleri duyuyorduk. Sonra...
(...)
Biz daha sonra eve girdik, işte o gazetelerdeki çıkan resimlerde 10-15 kişilik bir asker grubuyduk, evin içindeki manzarayı görünce dilimiz tutuldu. Kan içinde delik deşik olmuş bedenler, yüzler tanınmaz halde her tarafta kan, barut izleri, gaz kokuları çünkü sonradan öğrendik evin içine gaz bombaları da atılmış ama o gaz bombalarım başka askerler atmışlar, bize sadece bazuka vermişlerdi.
İçeride artık kimsenin sağ olmadığı anlaşıldıktan sonra esas operasyonu yapan galiba Nevşehir'den gelmiş bir tim vardı, onlar birbirlerini tebrik ederek, güler yüzlerle köyden ayrıldılar. Sonraki günlerde normal askerlik görevimize döndüğümüzde, o timdeki askerlere o gece ziyafet çekilip, operasyonu kutladıklarını duymuştuk. Bize kumanya verdiler. Niksar’dan gelen takım evde nöbete kalacak emri geldi. Siviller, askerler, o yetkili olduğu belli insanlar herkes gitti. Biz evin etrafında nöbete kaldık.
Biz de şaşırmıştık, ne yapacağız ne edeceğiz bilmiyoruz. Köylüler toplandı, biz kimseyi eve sokmuyoruz ama içeri meraktan girip bakanlarımız da oluyor. En çok da Mahir Çayan’ı merak ediyorduk. Cenazesinin çatıda olduğu konuşuluyordu.
Aşağı, arkadaşlarının yanına daha indirilmemişti Mahir Çayan. İnsan ürperiyordu da, çünkü hem içerideki cenazelerin görüntüsü hem de bu cenazelerin daha üç beş saat evvel slogan atıp marş söyleyen insanlar olması, bir de bu ölüme giderken bir menfaatlerinin olmaması herkese çok tesir etmişti.
Operasyon sonrasında her taraf tenhalaştı, sessizleşti ama akşama doğru hava kararmışken yeniden ortalık hareketlendi, hükümet tabibi ile savcı gelmiş meğerse. Onlarda çok kalmadılar gittiler. Gece öyle geçti.
Sabaha karşı zaten kimsenin gözüne uyku da girmemişti, birden gene samanlık tarafında hareketlenme oldu. Koştuk baktık ki Ertuğrul Kürkçü olduğunu sonradan öğrendiğimiz, Mahir Çayan'ın arkadaşı elleri havada çıktı evden. Ellerini havaya kaldırmasını söylemiş nöbetteki arkadaşlar, Ertuğrul Kürkçü'ye.
Şimdi tam hatırlamıyorum ama sanki yere de yatırılıp üstü arandı filan, biraz ileri geri laflar da eden oldu Ertuğrul Kürkçü'ye. Nasıl olsa teslim olmuş, herkes birden böyle bir cesaretle dayı dayı konuşup biraz da itip kaktılar, diye hatırlıyorum Ertuğrul'u. Sonra Ertuğrul'u alıp götürdüler ama hemen galiba bir yüzbaşıyla ekibi Niksar'dan Kızıldere'ye eve gelmişlerdi, duyulmuş birinin sağ yakalandığı.
Ertuğrul'un hali de perişandı, belli yorgun, aç, bütün arkadaşları ölmüş. Ben o ara duymadım ama Ertuğrul Kürkçü'nün, "Arkadaşlarıma ne oldu? Ne yaptınız arkadaşlarıma?" dediği anlatılmıştı.
(...)
Duyan askerler gece nöbetimizde anlattılar, Mahir bağırmış, demiş ki: “Askerler bakın daha siperlerinize bile girmemişsiniz, istersek sizi vurabiliriz ama siz vurmak istemeyiz çünkü siz de fakir halk çocuklarısınız. Sizi önümüze süren rütbeliler gelsin, ateş etmeyeceğiz size, siperlerinize girin."
Mahir Çayan’ın söylediği doğruydu, hepimiz gariban halk çocuklarıydık, Ertuğrul’u vurmak içimizden gelmedi, bize vurun emrini verecek üst rütbeli kimse de yoktu. Şimdi Allahtan reva mı senin için ölmüş insanların arkadaşı sağ yakalanıyor, bitkin perişan halde, her şeyi bırak bu vaziyetteki bir insana kurşun sıkmak insanlığa sığar mı?
Ertuğrul da götürüldükten sonra, devlet görevlileri, işte savcı, hükümet tabibi geldiler, keşif yapıp tutanak tuttular, gazeteciler doluşmuştu zaten köye. Sonra ölenleri arabalara bindirip götürürken bir traktör sahibi traktörüm arızalı, deyip götüremem cevabını verdi ama bal gibi biliyorduk doğru söylemediğini ve cenazeleri taşımak istemediğini. Çünkü bütün köylüler çok üzgün görünüyorlardı. Yani köylünün içinden gelmedi cenazeleri taşımak, herkes şoktaydı. Sonra bir kağnıyla taşındı cenazeler. Ben de cenazeler giderken kağnıdaydım.
(...)
(MB/APA/KU)
49. yılda Kızıldere, On'ların hayatları
12 Mart 1971'den, 30 Mart 1972'ye/ Ertuğrul Kürkçü
Kızıldere Operasyonuna katılan bir onbaşı anlatıyor