12 Mart öncesi belki de Türkiye'nin siyasi tarihinde yaşanmış olan en özgürlükçü dönemdir. Bu özgürlüğün nedeni devletin ya da anayasanın özgürlükçü olması değil. O dönemde Türkiye ilk kez bu kadar büyük bir sendikalaşma dalgası yaşamıştı. Köylüler toprak talebiyle harekete geçtiler.
Rivayetin aksine işçi hareketi öğrenci hareketini izlemedi, öğrenciler işçileri izledi.
Yüksek edebi kişilikler olmasalar da darbeleri özlü sözleriyle anlatan insanlar var. Memduh Tağmaç'ın “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi geçti” sözü 12 Mart öncesi tarihi çok iyi açıklayan bir cümle. “İşçinin talepleri patronun verebileceklerinin üzerine çıktı” demek bu. 12 Mart, endüstriyel ilişkiler üzerine kendini tanımlayan bir darbeydi. İşçi işveren ilişkilerini ve buna bağlı özgürlük ve güvenlik endişelerini tanzim ediyordu.
12 Eylül'de özlü sözü söylemek Halit Narin’e düştü. Narin, “Bugüne kadar sendikalar güldü, biz ağladık şimdi gülme sırası bizde” demişti. Her iki darbede de hepimiz gördük ki TÜSİAD ve TİSK, yani işverenlerin iki büyük örgütü hem 12 Mart'ın hem 12 Eylülün meşrulaştırılmasının vaftiz babalığı rolünü savundular çünkü onlara çok şey borçluydular.
Zaman geçtikçe, 12 Mart 1971 ile aramızdaki mesafe açıldıkça görüyorum ki sonraki yıllarda da her gün darbe ikliminde yaşadık. 12 Mart ile başlayan özgürlükçü ve demokratik anayasaları budama geleneği daha sonra bütün hükümetler tarafından sürdürüldü. Bugün de anayasa 12 Mart'ın bıraktığı güvenlikçi eksen üzerinden tartışılıyor. 12 Mart sadece bir başlangıçtı. Bütün darbeler onu tamamladı. Genel af ile 12 Mart devri kapandı ama darbecilik ve otoriterliğin kalbi Türkiye devletinin bağrında atmaya devam etti.
12 Mart bir anarşiyi önleyen hamle olarak kimi kesimlerden destek gördü ama aslında darbe halkın kalbinde karşılık bulmadı. 12 Mart’ı izleyen seçimlerde Türkiye’de solculuğu diline pelesenk eden Bülent Ecevit’in başına geçtiği CHP hatırı sayılır destek görerek birinci parti oldu. Darbeyi destekleyen Süleyman Demirel’in partisi eski üstünlüğünü kaybetti. 12 Mart kendine bir taban yaratamadı.
12 Mart öncesinde direniş gösterenleri, sonrasında silahlı da olsa mücadele edenleri halk bağrına bastı. 12 Mart’ı sonraki dönemlerden ayırt eden en önemli özellik halkın devrimcileri darbecilere tercih etmesiydi. Generaller sosyal uyanışı bastırmaya çalışırken siyasal uyanış gerçekleşti. Öte yandan devlet halka karşı örgütlenme bakımından ilk modern dersi aldı, askeri ve sivil yöntemleri bir arada kullandı.
12 Mart’ı benim için hüzünlü bir öykü haline dönüştüren şey Kızıldere katliamı ile birlikte Türkiye devrimci hareketinin o güne kadar yetiştirdiği en etkin önderler katmanının ortadan kaldırılmasıydı. Bu önderlerin yeri arkadan gelenler tarafından doldurulamadı. Bana sorarsanız o gün Kızıldere’de vurulan darbe hâlâ etkisini sürdürüyor.
Bizim Kızıldere’ye gitmemizin nedeni İstanbul ve Ankara’da barınamamamızdı. Hepimiz aranıyor ve takip ediliyorduk. Polisin elinin ulaşamayacağını düşündüğümüz yere, Karadeniz’e gitmeye karar verdik. Biz oraya geçtiğimiz günlerde Denizlerin mahkemesi bitti, Meclis yıldırım hızıyla idam kararlarını onayladı. Sıkıyönetim komutanlıkları infaz için hazırlığa giriştiler.
Biz elimizde kalan son imkân ile arkadaşlarımızın hayatını kurtarmaya çalışacak bir adım atmazsak çok ağır bir siyasi sorumluluk altında kalacaktık. Ünye'deki NATO üssünde görevli İngiliz teknisyenleri rehin almak ve onları arkadaşlarımızın hayatı karşılığında serbest bırakma pazarlığı için alıp götürdük.
Devlet bize, bizim kendimize verdiğimizden daha çok kıymet veriyordu. “Eğer bu kadar insanı bir arada yakalamışken bunları ezmezsek önümüzdeki yıllarda Türkiye devrimci hareketinde önemli rol oynayacak kişilerin canını bağışlamış olacağız" dediler. İngiltere hükümeti bu olayla ilgili hiçbir zaman Türkiye'yi suçlamadı. Daha sonra anlaşıldı ki bu insanlar bizim sandığımız gibi teknisyen değil, özel istihbaratçılardı.
Bizim mücadelemiz Denizlerin yaşamını kurtarmaya yetmedi. Ben daha sonraki yıllarda cezaevlerinde halkın arasından gelen gardiyanlar, cezaevi yöneticileri tarafından “Denizlerin arkadaşıyım" diye saygı gördüm. Onların kalbinde bile kendilerine yer açan insanlardı.
Onlar bizi şiddetle baskıyla yıkmış olabilir ama asıl mücadele halkın kalbinde kazanılmıştır. Kim hatırlıyor Muhsin Batur’u, Ali Erverdi’yi? Herkes Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı hatırlıyor. Herkesin onlar için söylenecek sözü var. Türkiye gibi muhafazakâr olduğu iddia edilen bir ülkede devrimcilerin bu kadar çok kültürel geleneğin içine yerleşmiş olmaları çok önemli. (APA)
* Ertuğrul Kürkçü'nün bu anlatısını Murat Bjeduğ'un çalışması Sabo/ Sabahattin Kurt Kitabı'nın (Ekim 2017) 73-76. sayfalarından alıntıladık.
49. yılda Kızıldere, On'ların hayatları
12 Mart 1971'den, 30 Mart 1972'ye/ Ertuğrul Kürkçü
Kızıldere Operasyonuna katılan bir onbaşı anlatıyor