Üşürdü ellerimiz, aşkımız, sonsuz uzun sakallarımız
Turgut Uyar (Uymaz)
Bir kırmızı odanın içinde tatsız bir filmin figüranı gibi kaldık. Bu kadar ölüm daha çok küskünlük demek. Barış platonik bir aşka dönüşmeden ne yapacağımı bilmiyorum. Rahatsız kalıyorum. Gündemsiz bitiveriyorum gazete başlıklarının dibinde..
Kederli bir mecburiyetse insanın ülkesini sevmesi (Ece Temelkuran) ve de birbirimizle ilişikleşmek için başımızın üstünde bayrak dalgalandırmak gerekmediğini (Arundhati Roy) biliyorsak eğer, gerekçeli konuşmaya erinmeyiz belki (*). Nizami uyarılar olmadan anlatırız birbirimize derdimizi ve eğlencemizi de…
Çünkü hayat bir AB projesi değildir...
İşte bu kıyı, herkesin kendi davası için diş bilemediği, kendi kurtuluş reçetesi için çırpınanlara destek vermenin eşiğinin, ancak ve ancak o davanın mülkiyetine konmak olmadığı bir başka toprağın kıyısıdır. Sürüklendiklerinde ilerlediklerine ikna olmayacakların toprağının kıyısı… Bir Avrupa Bilriği (AB) projesi gibi yaşanmamalı çünkü hayat. Yaşanmasın n’olur…
Kederli yüzler iki nokta üst üste kapa parantez olmasın, iki gözün düşmesi yüreğin burkulması olsun. Alt komşumu kimse “Kürtler” başlığından tanımasın; ben bile, kolayıma gelince. “Bu söylediklerin hiç gerçekçi değil” şarkısı küfürbaz bir şarkıcının şakası olsun. Gerçekçi olmayan şeylerin tahayyülünün insanları yakınlaştırdığı “gibimsi gerçek”, dil döşeğimizin altındaki bezelye olsun.
Borsacılar haftanın gönül indeksini hesaplasın, reklamcılar “bu üründe domuz yağı kullanılmaktadır” reklamları yapsın, pazarlamacılar “kendi şairlerinin” listesini oluştursunlar karşılıklı (**). Mühendisler hep erkek, öğretmenler çoğunlukla kadın olmasın; bilgi herkesin olsun, şefkat herkesten gelsin...
Kimliksiz, geniş, siyasi coğrafyalar...
İstanbul sadece şairlerin memleketi olmasın. Hesap defteri tutup da o şehri sevebilecekler bir tek şairlerdir. Ancak… bu şehir için sadece şiir yazılmasın, göbek de atılsın bol kadınlı ev mastikalarında. “Abla yoksa canın sağolsun” diyenlerin buluştuğu ucuzdan bir çayocağı olsun boğazın kenarında, ki öğrenciler de çay içebilsin, hocalarıyla. Örtülü kadınlar kamusala çıkıp gelsin. Öğrensin, öğretsin…
“Kadınlar” denince içimde yükselen suların kaç ezilenin ahvaliyle depreştiğini ülkenin başbakanı bilsin. Hem Condelliza Ri(a)ce, Nimet Çubukçu… da sakal bıyık traşı olsa.
“Ben bu ülkede erkeklerin adaletsiz dünyasında kız kardeşlerimin çektikleri sıkıntıları biliyorum; sanatımın yarısını onların dert ve ıstırapları için kullanıyorum” diyen Furuğ gibi varlığımızın yarısıyla kadın konuşsak. “Kimliklerden” geçirimsiz bir yan yanalık (Nilgün Toker) yaratmadan, pek çok kimliğin faili meçhule kurban gittiği o kimliksiz, geniş, siyasi coğrafyalardan şikayet etsek.
Dil döşeğinin altında bezelye ıslatanlara ne oluyor?
İçimizdeki orduları susturmadan bezelyenin gıcırtısını duyamıyoruz. Her birimizin bünyesine bir mafya sadakati sinmiş sanki. Politika da artık gerçekten “at eğitimi” gibi. Geçilen her engel seyisin hanesine artı olarak kaydediliyor; krizlerden örülü laf ebeliği camiasında “kastedilenlerin” şifresini çözmek artık vatandaşlığın icabı.
“At” demişken; çocuklarımız hayvanat bahçelerinde sevindirildikçe(?) “pet shoplara” olan ihtiyacımız artacak, çiçekler için daha çok saksı gerekecek biliyorsunuz değil mi? Büyüyen uluslararası ticaretle oradan oraya taşınarak yaşam çevreleriyle oynanan hayvanların hiçbirini de kafeslere koyamaz olacağız. Bizler değerler arasında hiyerarşiler oluştururken, “öncelikli” saymadığımız bütün tartışılmayanlar da hayvanat bahçelerinden çıkıp gelecek.
Görüp görebileceğimiz tabandan zirveye son cumhurbaşkanını görüyoruz belki. Çünkü cumhurbaşkanı mezun eden kolejlere de az kaldı belli ki. Tabi dil döşeğinin altında bezelye ıslatanlar “varlığını varlığına armağan etmekte şüpheye düşmekten” suçlu bulunmaya devam edecektir.
Tükenmeyen bir ümitle bol kadınlı ve erkekli günlere...
Gönlü birlikteliğe düşenler örgüt üyeliği nedeniyle hapis yatacaktır. Hükümetin demokrasisi 1 Mayıslarda İstanbulun genişleyen karakollarında ıslatılacaktır. Memleketin bezelyeleri muhalefete sebebiyet vermekten tutuklanırsa bu da güvenliğin gereğince yaplacaktır. Ama ya sevip ya terk etmeyi tercihten saymayanlar cezaevi arabasıyla Hrant Dink’in mahkemesinde, Şemdinli’nin duruşmasında buluşacaktır da.
Bütünlere karşın Karaburun’da alternatif bir kongre çabasına soyunanlar, gelenler ve gidenler, ünvanını soyunup samimiyetini bileyen hocalarım, statüleriyle ruhumu gıdıklamayan dostlarım, düşünüp de orada kalmayanlar; taşınanlar, ignoramusendin kafamı karıştıranları, DurDe’nin gönlünde su ısıtan aktivistleri, ne zaman sorsam samimiyetini eklemeden yanıt göndermeyen Ayşelerin en hürü, kadın kurultayının esaslı kadınları, alt komşum, Uçan Süpürgenin cadoloz Selen’i, Hülya’sı, bitmeyen heyecanıyla Aytenim kadınkanım, sırdaşım Umran, ailem ve sevgilim her şeye karşın bezelyelere yardım ve yataklık ettiğiniz, umudumun tükenmesine izin vermediğiniz için gönlümün sultanlarısınız; bol kadınlı ve erkekli… (GE/GG)
* Hülya Gülbahar’ın demokraside eşit katılım ilkesinin gereği olarak kota talebine Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın gerekçesi “Dünyanın hangi ülkesinde..” diye başlıyordu. Benzer bir gerekçeyi de daha önce Nimet Çubukçu Türk Ceza Kanunu (TCK) tartışmalarında “Siz bana kadın örgütleri gibi düşünen bir tane hukukçu gösterin” diye sunuyordu. Oysa gerekçe makul olmadıktan sonra bir sebeptir sadece.
** “Şu dünyada insan gönül rahatlığıyla bir tek şairleri sahiplenebilir. Bu insanın yüzünü kızartmayacak tek alışveriştir.” Yıldırım Türker