feminist yoldaşımız, arkadaşımız ayşe düzkan 11 haziran'da artı gerçek’de “türkler için düşünme vakti” başlıklı bir yazı kaleme aldı. bilindiği gibi bu memlekette linçe davet edilmediği müddetçe türklere seslenmek yasaklıdır. ayrıca türklük öyle bir mertebedir ki, oradan her seslenen bir makama aday olur; iyi ya da kötü. her “her türlü çağrılmanın olağan şekli ama hiç çağrılmayan yakub”un başına geldiği gibi, tozlanmıştır bu yüzden.
ayşe yazıda genel olarak savaş çığırtkanlarının şenay aybüke yalçın ile ayşe deniz’in kıyas edilerek yağmalanmasını eleştirdi. “iki genç kadının hatıralarını(n) beyhude yere birbirlerine kırdırmaya çalış(ılmasına)” karşı çıktı. türkiye’de barış mücadelesi verenlerin bitmez tükenmez sınavıdır: barış annelerinin karşısında şehit annelerinin çıkartılmasıyla başlayan, çatışmanın bütün toplumsal veçhelerinin kadınlar üzerinden özetlenme çabasıyla çevrelenen bu kıyas mekanizması, savaşı kadınlar arası rekabet düzeyinde karakterize etmek üzere sürekli harekete geçirilir.
bütün ortaklaşmaları türkleşmek olarak özetlemekle zehirlenmiş bir toplumsallık açısından yazının silkeleyici olduğu, “biraradalık” söylemiyle verilen en mülayim derslerin ardında tepeye inmek üzere bekletilen bir sopanın olduğu aşikar. fakat temel sorun, ayşe’nin bir kadın olarak, barışı kadınsılaştıran eril söyleme de karşı çıkan barış savunusu. barışı kadınlara atfedilen pasif süreçlerle ilişkilendirerek değil, aktif bir süreç olarak ele alan, talep eden, durmayan yanı. barışı ona en çok ihtiyacı olanın omzuna atıp kaçmayıp konforda olana sorumluluk çağrısında bulunması, savaşı kurumsallaştıran statükocu dayanağa meydan okuması.
normatif olan konforludur, normun en büyük gücü sağladığı bu konfordur. konfor en muhalif olduğumuzu düşündüğümüz zamanlarda bile, yorgun düştüğümüz anlarda bir nefeslik durak sunarak çoğunluğa buyur eder bizi. bugün en değme solcuların, “kadın hakları savunucu”larının dahi kürtler söz konusu olduğunda düştüğü fay hattı, konforu bozmanın barışın adımlarından biri olduğunu yeniden ortaya koyuyor. barış bu yüzden, ayşe’nin yaptığı gibi öncelikli olarak “bir konfor bozma” ile toplumsal bir talebe dönüşebilir. türklüğün, cinsiyetçiliğin konforunda soluklanmak isteyenlere “zehirleniyorsunuz” alarmını çalarak bir boş gösterenden gerçekliğe taşınabilir.
cinsiyet eşitliği ve kadın özgürlüğü için mücadele veren kadınların bizzat terörize edilmesi, değersizleştirilmesi siyaseti taktiklere hapseden eril akla karşı örgütlenmiş muhalefete bir saldırı olarak görülmeli. sadece bu hafta bile, ayşe’ye yönelen linçin takibini yaparken, van’da türkiye’deki kadın özgürlüğü savunucularının bir biçimde yolunun geçtiği, khk ile binası kapatılan vakad’ın kurucularından zozan özgökçe hakkında da dava açıldığını öğrendik. zozan “ben yazdıklarımı, vicdansızlara, ırkçılara, faşistlere, kadın düşmanlarına hitaben yazdım. bunları kim üzerine alıyorsa onlara yazdım” diyor. ancak, kadın düşmanlığı türkiye’de artık bir “yükselen değer” .
tecavüzcü çetesi ışid’in, tbmm’de keşif yapan bir kişinin de içinde bulunduğu 12 üyesinin tahliye edildiği gün (14 haziran), amed’de tja aktivistleri sara aktaş, ayşe gökkan, zeynep altınkaynak, nalan gözeni, şahcan tünel, sibel ildan, hatice uçar'ın da aralarında yer aldığı çok sayıda kadın siyasetçi gözaltına alındı. türkiye’nin tek kadın meclis grubu üyesi vekillerin bir kısmı cezaevinde, vekilliği düşürülen üç isim de kadın. hayat öyküleri sadece devlete değil erkek egemenliğine direnişin özeti olan pek çok belediye eşbaşkanı kadın tutuklandı, belediyelerde veya bağlı yapılarda görev yapan kadınların işlerine son verildi.[1]
bu kadınların maruz kaldığı muameleye bakıldığında, türkiye’de barış mücadelesi veren kadınların milliyetçilik ve militarizmin yanı sıra bir de cinsiyetçiliği göğüslemek zorunda olduğunu görüyoruz. bugün feminist kadın arkadaşlarımızı cinsiyetçi küfürlerle tehdit edenler, feminist olmalarını namussuzluklarının delili olarak sunarak onları değersizleştirmeye çalışanlar, duyması zor ama, adeta bir savaş örgütünün üyesi gibi hareket ediyor.
ayşe’nin türklüğü sorgulamaya yönelik çağrısı en çok ayşe’nin “kafatasçı” olduğu şeklinde yorumlanmış. aklıma hemen pınar selek'in 17 mayıs 2006 tarihli 12. ağır ceza mahkemesi'ne verdiği savunması geldi. sokakta yaşayanların sanat yapmak üzere biraraya geldiği sokak sanatçıları atölyesi’nin cephanelik olarak tanıtılması, üyelerinin terörist ilan edilmesine karşı şu eleştiriyi yapıyordu pınar:
"oyunun kuralıymış, öğrendim. eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. hayatını islami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. bir düşünce suçlusu değilsindir. barış suçlusu da ilan edilmezsin. savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.”
kavramlarımız çalınmış, değerlerimiz tutuklanmış, kuyruksokumumuzdan baş aşağı sallandırılmış gibi hissediyoruz bazen, biliyorum. bütün ufkumuza, ovalarca genişleyen umudumuza karşın, kupkuru üç beş sözcük arasına sıkıştırılmışız gibi... ne zaman bir şeyler söylemeye kalkışsak, ne söylemediğimizi de ayrıca kanıtlamamızın beklendiği bir kılıcın altına konuşmak zorunda olmanın etkisi ile gerginiz çoğu zaman.
-*-
sadece yöneticilerin değil, sözlerin, düşüncelerin, reflekslerin de atandığı bir dönemdeyiz. politikanın apolitikaya dönüştüğü, politikanın bizzat politika dışı yapıları çağırmak için kullanıldığı bu iklim, barışı savunmak adına atılan adımların politikayı savunmak anlamına geldiği bir momenti işaret ediyor.
her türden kamusallığı, egemenin haiz olduğu aynılığa indirgendiği bir jenerik değil, benzersizliklerimizle ortak dünyayı paylaşabileceğimiz bir ortam olarak muhafaza edebilmek için politikaya ihtiyacımız var. seyla benhabib’in ifadesiyle totalitarizm dönemlerinde yaşanan kamusal alanın göçüne, “yeraltı kamusu”na direnmenin yolu, özgürlüğü rehber edinen siyasetleri donanarak kamusal alanın karartılmasına karşı çıkmak gibi görünüyor.
Bugün feminist arkadaşlarımızı savunmanın bir yolu barışı savunmakta ısrarcı olmak ise, diğer yolu kamusal alanı mümkün kılan benzersizliklerimizi ortaya koyabilmemize olanak tanıyan özgürlüğe, düşünce ve tavır düzeyinde sahip çıkmak, sözümüzü buradan kurmakta ısrarcı olmaktır.
fay hatlarının hizaya çeken, duygular ve tavırlar anlamında kişiyi kapitalizmin, milliyetçiliğin ve erilliğin hizasına düşüren etkisini tartışmaya açarak siyasetler arasında ve içinde özgür düşünce ve tavrın dolaşıma girebilmesini cesaretlendirmektir.
“demokrat” olduğumuzdan zerre kuşku duymadığımız noktalarda bu fay hatlarında savruluyorsak, sözlerimiz siyasi değerini yitirmiş, bir tehditten ibaret kalarak anlamsızlaşmış demektir. (ge/çt)
(*) ayşe yazılarında büyük harf kullanmıyor, bu yazı şeklen de bir sadakat sunsun istedim.
[1] Kayyumların kadınların kazanımlarını nasıl hedef aldığının bir özetini okumak için bkz. Sevda Karaca’nın yazısı