Her ne kadar Gündüz Aktan "Demokrasi, kurucu ilkelerin sürekli tartışıldığı rejimin adı değildir" dese de, kurucu ilkelerden yola çıkarak bir ülke sevgisine açılan soruları "tartışma" dışı bırakma eğilimi neticesinde gerek toplumsal, gerek siyasi düzeyde duygusal muhalefete her gün yeni bir kayıp veriyoruz.
Yaşanan kayıplardan halkın büyük çoğunluğu rahatsız olsa bile ülkenin çok derinlerinde inşa edilen milliyetçilik duygusu bir anlamda bu "kurbanlarla" rüştünü ispat ediyor. Milliyetçilik artık genişleyerek değil, derinleşerek kendini idame ettiriyor. Dolayısıyla siyaset Özay Ünsal'ın dediği gibi artık hep "nasıl daha 'iyi' milliyetçi olurum?" sorusunun cevabını arama halinde takılıp kalıyor.
Oysa ülkeyi sevmek, hakkında fazla sorulmadan, salt kendisi olduğu gerekçesiyle sevgisini dayattığı vakit siyaseten totaliter bir tutuma tekabül ettiği gibi, bireysel düzeyde de hastalıklı bir sadakat içermeye başlar. Toprağı sevmeyi ise -insan sevgisiyle birlikte- kültürün filizlendiği kök vesilesiyle kendini tanıma eğilimi olarak daha anlaşılır bulmak mümkün. Bunu asıl anlaşılır kılan şey toprakla kurulan irtibatın kapsayıcı biçimidir. Toprak, rekabetin barınamayacağı bir kültürel anlam taşır. Bu kültürel anlamın gerektirdiği "dolaylı yoldan sevme halleri", en layık sevme biçimini kendisinin gerçekleştirdiği saplantısında diğerlerini nizama getirmeye uğraşan faşizan bir eğilimden de uzaktır.
Fakat ne yazık ki milliyetçilik çemberi içinde ülke sevgisi diye kendi sevgisini dayatanlar ülkeyi sevmenin bütün biçimlerini de tekel altına aldıklarının farkına varamadı henüz. İnsan ve toprak ülkeyi görünür kılan, neyi sevdiğimizi ve daha doğrusu sevip sevemeyeceğimizi bize gösteren iki esas unsur olarak karşımızda duruyorken, salt maneviliğiyle vücut bulan insansız yürütülen bir sevginin fütursuzluğuna ses etmemek hala bireysel düzeyde bir anlam kazanamayan Türkiye siyasetini millileştirdiği kadar devletleştiriyor da.
Levent Köker "milliyetçilik bireylere belli bir milletin ve -dolayısıyla o millet ile ayrılmaz bir birlik oluşturmuş bulunan- devletin mensupları olarak belirli bir dünyâ görüşü getirir ve bu çerçevede de ödevler yükler" derken tam da bireyi devlete "ilave eden" bir zamk olarak milliyetçiliğin yorumunu yapıyor.
Bu türlü bir oluşun "bizatihiliği", insanlara kendisinin onlardan önce varolduğu fikrini yükleyerek (dolayısıyla ancak "kabullenilebilir" bir vücuttur) kendisi adına söylenebilecekleri kutsallık mecrasında konuşmak zorunda bırakır. "Bizatihiliğin" getirdiği kutsallık a priori olarak bu ontolojik iddia ile kendini bulur. Fazıl Erdem'in Yeni Şafak'taki yazısında "Devletin maddi/fiziki varlığına ilave olarak manevi varlığının da kabul edilip korunmaya çalışılması, onun vatandaşların iradelerinden bağımsız özerk bir varlık olarak algılanması sonucunu doğurur" cümleleriyle özetlediği devlet geleneğinin tartışılmazlığı, Etyen Mahçupyan'ın "devletin nasıl olup da ontolojik olarak daha önceden Türk (bir ırkı) olabildiği" sorusunu hatırlatıyor.
Milliyetçilik devlet nezdinde ülke sevgisi ile özdeşleşmiş devlet sevgisinin gereklerine uygun olarak, kurumlar ve kişiler arasında devlete yakınlıklarına göre fiili bir hiyerarşi kuruyor. Savcı ve avukat arasında yada kamusal hizmeti veren memur ve alan vatandaş vb. arasında kurulan bu hiyerarşik ilişkiyi ya da Emniyet Müdürlüğü ile Gençlik Spor Müdürlüğü arasındaki gizli kalite farkını anlamak devletin sınırları içinde milliyetçiliğin algılanışı üzerine konuşmaktan geçiyor. Bir "Erkekler Uyarlaması" olarak devletin politikasına erilliğin "soyadını" taşıyan milliyetçiliğin dahil edilmesi baba-oğul ensest bir ilişkinin bozukluğunu taşıyor. Bu tarafından bakınca bu koşullar altında ülkeyi sevebilmenin herhangi bir makul koşulu da bulunmuyor.
İdeolojiler üzerine yürütülen tartışmalarda eleştirinin göbeği mütemadiyen "gerçek taraftarlık" övgüsü ile gıdıklanıyor. Gerçek solcular, gerçek İslamcılar, gerçek milliyetçiler bu vesileyle gizli bir "öze dönüş" projesini hatırlatıp duruyor. Ne ki modernlik projesi bunların üçünü de çevresinde istemiyor. Adını koyarak konuşursak, gerçek solcular olarak sosyalistler de, gerçek İslamcılar olarak dindarlar da ve gerçek milliyetçiler olarak ırkçılar da modern tahayyülün ılımlılık (eriyip birleşme) tasvirlerinde çok uçta kalıyor.
Fakat bu üç grup içerisinde kendini kabullenemeyen ve bu iddiasıyla öbürlerini de kabullenemez olarak gören taraf milliyetçiler olarak görünüyor. Bu nedenledir ki milliyetçilik ideolojik kökenini reddederek geldiği noktada önce kendine ikiyüzlülük ediyor. Bu ikiyüzlülük beraberinde ikiyüzlülük üzerine konuşmayı da yasaklıyor elbet. Oysa ki milliyetçiliği kendi dilinden anlamaya çalışmak, manüpülatif bir narsizm gösterisi izlemekten başka bir anlam taşımıyor (Zizek ne diyordu: "Öznenin gerçeği, onun dışındadır").
Ülke sevgisi adına muhalif konuşma olanaklarını ortadan kaldırmaya çalışan bir ülke projesinin "kendine güvenmeyen devlet" imajıyla ülkeye "itibar" kaybettirdiğini fark etmek asıl, ülke sevgisini milliyetçilik olanakları içinde düşünenler açısından abes kalıyor halbuki. Milliyetçiliğin ilk kertede kendine iki yüzlülük edip, sonrasında konuşma kaynaklarına el koyması tek bir alanı açık bırakıyor: Pembe milliyetçiliği savunmak bu türlü bir sevginin bir yandan devlet ve Atatürk sevgisiyle özdeşleşen diğer yandan ırkçılığa varan koşullarını da görmezden geliyor.
Bu imitasyon milliyetçilik ve reel Atatürkçülükle laikliği sopa gibi kullanan bir dokunulmazlığa kucak açmak üstüne üstlük bir de pozitivist solun söylemleriyle birleşince siyaseti kaçınılmaz olarak hokkabaza alkış tutmaya yöneltiyor.
Murat Uyurkulak Tol'da "Biliyor musunuz, ben bir şeyi hatırlayacak gibi olduğumda sanki beynim kaşınıyor, beynimin sol yanında bir kalabalık yürüyor" diyordu. Biliyor musunuz ben milliyetçililiği hatırlayacak gibi olduğumda beynimin sol yanındaki kalabalık ayaklanıyor. Bu kalabalıkların ağzından bir ülkeyi sevmenin koşulları çok daha makul görünüyor. Eleştire eleştire ülkenin getirildiği yer tam da sevgiye layık demokratik mekanizmalarla donanmış bir birlikteliğin ağaçlarını dikiyor.
"Önemli olan ruh güzelliği" diyenlerdensek eğer, devletin "kaslı vücuduna" övgüler düzmekten vazgeçip, devlete ruh veren vatandaşlar olarak bu ruhu nasıl güzelleştirebileceğimizin, kendimizin de dahil olduğu bir sevginin meşru yollarını bulmak gerekmiyor mu? Gündüz Vassaf'ın sözleriyle "Gün, 'öteki'nin insancıllaştırılmasını bekliyorken" ülkeyi sevmenin insancıllaştırılmış halinin ancak düşünme düzeylerini kurumsal boyuta endekslememiş bireylerle gerçekleşebileceğini de unutmamak gerekiyor.(GE/EÜ)