Bundan tam 100 yıl önce ilan edilen Cumhuriyet, şüphesiz toplumu sosyolojik, politik ve ekonomik araçlar açısından modern hayata taşırken özellikle kadın haklarını da kendi dönemine göre çok daha ileri bir noktaya ulaştırdı.
Okuma Yazma Devrimi sırasında Türkiye’nin en ücra köşelerine giden öğretmen kadınlar, toplumun dönüşümüne direkt olarak etki ederken ataerkiye karşı da direndi.
4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren Medeni Kanun’daki “aile”, “nafaka”, “miras” alanındaki değişimler, kadınlar açısından “devrim” olarak nitelendirildi.
Ek olarak, Medeni Kanun, kadın hakları açısından çağdaşı olan ülkelere örnek olarak gösterildi.
Ne var ki bugün, aradan geçen yüzyılın ardından, Medeni Kanun tartışmaya açıldığı gibi kadın hakları da hedefte.
Kadınlar açısından daha ileri adımlar atması gereken Türkiye, hakların tartışıldığı, kız çocuklarının oğlan çocuklarla aynı sınıflarda okumamasını öneren yetkililerin, "kadın-erkek eşit değildir nokta", "kadınların nafakası sınırlandırılmalı" diyen siyasetçilerin, olduğu bir ülkeye dönüştü.
Türkiye, bu noktaya nasıl ve neden getirildi?
Kuşkusuz, sorunun politik, sosyolojik, ekonomik açıdan binlerce yanıtı var.
Siyaset Bilimci, yazar Prof. Dr. Fatmagül Berktay’a göre, "erkeklerin çok daha avantajlı konumda olduğu o 'cennet günlere' dönüş istemi”nin bir nedeni de politik irade.
Prof. Dr. Berktay, "Türkiye’de laiklik sadece kadınlar için değil erkekler için de büyük bir imkandır, bireyleşme imkanıdır. Bu nedenle kadın hakları mücadelesini demokrasi mücadelesinden ayrı düşünemeyiz” diyor ve şu noktaya vurgu yapıyor:
“Bugün yükselen otoriterliğe karşı tam da bu nedenle kadın ve erkek birlikte mücadele etmeli. Evet kadınlar açısından daha kötücül bir dönem var fakat erkeklerin de demokratik olmayan bir toplumda yaşamalarının kendilerine bir faydası olmayacağı ortada. Kadınların eşit varoluşunun kabul edilmediği bir toplum demokrasi adına layık olamaz.”
“Cumhuriyet’in avantajlı öznesi erkektir”
Prof. Dr. Berktay, anlatıyor:
1-Biraderlik Sözleşmesi: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e giden süreçte en önemli süreklilik zemininin ataerkillik olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla Cumhuriyet döneminde de bir erkek kardeşlik sözleşmesi hakim oldu, bu sözleşme laik olan ve olmayan erkeklerin üstünlüğüne dayanıyor.
Cumhuriyet’i küçümsemek hiç istemem ama tarih kopuşların ve sürekliliklerin birliğidir. Cumhuriyet çok önemli bir kopuştur.
Özellikle laiklik ve Medeni Kanun çok önemli bir kopuş ve ilerlemedir ama aynı zamanda belirli sürekliliklerle çevrilidir.
O sürekliliklerin en önemlisi de bugün ikinci yüzyıla da devreden ataerkillik zeminidir. Osmanlı’da iktidar meşruluğunu dinden alıyordu, Cumhuriyet’le birlikte bu dini meşruiyet zemini kalktı.
Bu çok önemli. Çünkü kutsallığa atıf yaptığınız zaman onu değiştirmeniz neredeyse hiç mümkün olmaz; Cumhuriyet ise meşruiyetini halkın, yurttaşların egemenliğinde bulur.
Peki halk kimdir? Kadınlar da halka dahil midir? Şeriata dayanan bir ülkede kadınlar kamusal alandan dışlanır ve yurttaş sayılmaz. Bu açıdan Cumhuriyet’in kadınların yurttaşlığa katılımını sağlayan laik bir Medeni Kanun getirmesi gerçekten, o zamanın deyimiyle, “müthiş” bir inkılaptı, o zamana dek var olan cinsiyetler arası ilişkilerde büyük bir altüst oluşa yol açtı.
Dolayısıyla bu büyük değişim, yani şeriat hukukundan laik hukuka geçiş ve kadınların kamusal yaşama katılımı, özellikle ataerkil sistemin avantajlı öznesi ve bekçisi olan erkeklerde ister istemez büyük bir endişe ve korku da yarattı.
O yüzden bu korkuyu biraz hafifletmek için belki de biz Medeni Kanun’da çeşitli ataerkil taraflılıkların devam ettiğini görürüz. Bu anlamda Cumhuriyet’in de avantajlı öznesi erkektir.
“Erkekler avantajlarını kaybedecek diye endişeli”
2-Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadınların özgürleşmesi: Cumhuriyet’in kurucu kadroları, kadınları da kamusal alana dahil etmek istediler. Eşit yurttaşlık imkânının önünü açtılar.
Laikleşme, kadın erkek herkes için verili aidiyetlerden (ırk, etnisite, milliyet, cemaat vb) özgürleşme imkanı sağlar. Ama bu bir imkandır; gerçekleşmesi açılan alanda verilecek mücadelelere bağlıdır. Kadınlar erken Cumhuriyet’ten itibaren bu imkandan yararlandılar ve eşit yurttaşlık yolunda ilerleyerek güçlendiler.
Ne var ki, kılık değiştirmiş de olsa hala devam eden ataerki kadınların “yoldan çıkmasını”, “hadlerini fazla aşmasını” önlemeye, kadın özgürlüğünü belli sınırlar içinde tutmaya çalıştı.
Çünkü kadınların özgürleşmesi bütün toplum açısından çok altüst edici bir değişim, taşlar iyice yerinden oynuyor. Erkek egemenliğinin geçmişi binlerce yıla dayanıyor ve öyle kolayca ortadan kalkacak gibi değil, sorun ve kaygı da hep kadınların, özellikle de kadın bedeninin toplumsal denetiminin sağlanması.
Kadınların davranışı, nasıl giyindikleri, sokakta kahkaha atıp atamayacakları vb hep sistemin kaygısı.
Kadınların güçlenmesi, güç dengelerinin değişmesi erkekler nezdinde tehdit algısı yaratıyor, endişe ve korkuya yol açıyor. Erken Cumhuriyet’te de bunu görüyoruz; ama bugün daha fazla görüyoruz çünkü kadınlar geçen yüzyılda haklar kazandılar, güçlendiler ve haklarını kullanmaya başladılar.
“Kadınlar mücadeleden vazgeçmiyor”
3- Kadın hakları açısından politik irade: Bugün kadınların 20. yüzyıldaki kazanımları erkeklerde bir “erkeklik azalması”na, bir güç kaybı tehdidi algılamasına yol açıyor; az önce dediğim gibi bu erken Cumhuriyet döneminde de karşılaşılan bir şeydi. Ama bugün ile o zaman arasında çok önemli bir fark var: Politik iradenin tutumu çok farklı ve tayin edici. Kişileri putlaştırmak elbette doğru değil ama gene de hakkını vermek lazım, kurucu kadrolar arasında Mustafa Kemal'in özel bir yeri vardı.
1930’da Afet İnan’ın “intihap” konusundaki konferansına, ki esas konusu kadınların oy hakkıdır, Mustafa kemal’in yanı sıra bütün devlet ricali, Hükümet Reisi İsmet İnönü ve Meclis Reisi Kazım Özalp de dahil olmak üzere, katılır.
Şimdi toplumsal cinsiyet eşitliği konulu bir konferansa böyle bir katılımın olacağını düşünebilir miyiz? Tam tersine bugün kadınların özerk birey/yurttaş olma konumunu tersine çevirip onları yeniden sadece ailenin bir parçası, üstelik de ikinci derece parçası yapmayı savunan “Aile Meclisleri”ne katılıyor devlet ricali.
Biz bunu geçmişte yeteri kadar vurgulamadık. Oysa bugün politik iradenin ne kadar önemli olduğunu çok daha iyi görüyoruz.
Evet bütün dünyada kadın erkek eşitsizliği, toplumsal cinsiyet eşitsizliği sürüyor. Osmanlı feministlerinin deyişiyle “müsavat-ı tamme” hiçbir yerde tam anlamıyla gerçekleşmiş değil ama bunun derecesi toplumlara göre farklı oluyor. Bazıları eşitlik yolunda daha ileri durumda. Peki o farkı i yaratan nedir? Bunun cevabı, kadın mücadelesinin yanı sıra politik iradenin, iktidarın tutumunda yatıyor.
Mesela İzlanda'da 25 Ekim’de kadınlar grevi oldu. Başbakan Katrin Jacobsdottir de dâhil olmak üzere kadınlar greve çıktı.
İzlanda eşitlik yolunda en ileri ülkelerden biri, daha 19. yüzyılın sonunda kadınların oy hakkına kavuşmuş olduğu bir ülke. Ama orada da kadınlar hala “böyle cinsiyet eşitliği mi olur?” sloganıyla greve çıkıyorlar. Çünkü hala “müsavat-I tamme” yok, hala ücret farklılığı var, toplumsal cinsiyet şiddeti var.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği binlerce yıllık bir geçmişe dayanıyor, önyargılar ve cinsiyet kalıpları çok derine işlemiş durumda. Zaten kimse imtiyazlarından kolay kolay vazgeçmek istemez.
Dolayısıyla kadınların mücadelesi de hiç bitmiyor. Üstelik daima en kolay geri alınabilir, en kırılgan olan haklar, kadın hakları. O yüzden hep uyanık olmak ve mücadeleyi elden bırakmamak gerekiyor. “Kadının evişi hiç bitmez” sloganının yanına “kadınların mücadelesi hiç bitmez”I eklemek lazım.
Erkekler aile içindeki üstünlük ve iktidar konumundan vazgeçmek istemiyorlar, çünkü kamusal alanda yaşadıkları yoksunlukları, aşağılanmaları vb aile içinde kadınlar ve çocuklar üzerindeki egemenlikleriyle telafi edebiliyorlar.
O yüzden “kutsal aile” yüceltmesi yapılıyor, aile meclisleri kuruluyor ve kadınların özerk bireylik, eşit yurttaşlık konumları tartışmaya açılıyor.
Onlar aile içinde kalsınlar, yerlerini bilsinler, erkeklerin işine ve alanına karışmasınlar. 1933’de Hitler Almanya’da iktidara geldiğinde aynı siyaseti uygulamıştı, hatta 5 ve daha fazla çocuk doğuran kadınlara Hitler’in annesinin adına devlet nişanı veriliyordu. Türkiye ise aynı dönemde kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımaktaydı.
“Laiklik eşit bireylik imkanı sağladığı için hedefte”
4- Eşitlik ve laiklik: Laikliğin önemi, az önce de değindiğim gibi, insanlara kendi verili aidiyetlerinden, işte cemaatti, aileydi, kabileydi, etnisiteydi vb içinde doğmuş oldukları aidiyetlerden bağımsız bir varoluş ve özgürleşme imkânı tanımasıdır. Ancak, altını çizmek isterim, bu sadece bir imkândır. Yani uygulamada ne kadar başarılı olacağı, bu imkanın açtığı alanda verilen mücadeleye bağlıdır.
Kadınlar Türkiye'de bu imkanı kullandılar; laikleşmenin onlara açtığı kamusal alanda var oldular, eğitim gördüler, mesleklere girdiler ve giderek güçlendiler. Dolayısıyla laik bir hukukun varlığının değerini bugün en çok kadınlar görüyor ve ona sahip çıkıyor.
Ve bugün tam da bu noktada erkek iktidarının reaksiyonuyla karşılaşıyoruz. Laik hukuk sisteminde gedikler açılmaya çalışılıyor; medeni kanunda gedikler açılmaya çalışılıyor.
Bence bu, erkekler açısından ya da eril sistem açısından, “eski güzel günlere dönme” özlemi, bir “erkek cenneti” yaratma çabası.
Ama bu çok da nafile bir hayal, çünkü sadece bir kesim laik ve sekülerleşmiş kadının değil, kadınların büyük çoğunluğunun kabul etmeyeceği bir şey. Bugün kaç tane kadın erkeğin çok eşliliğini kabul eder?
“Medeni Hukuk’ta gedik kadınların aleyhine olur”
5-Aile ve ideoloji: Bugün ailenin varlığı ile “devletin bekası” arasında ilişki kurulmaya çalışılıyor. Gerçi bugünün dünyasında pek karşılığı yok ama ideolojik propaganda aracı olarak işlevsel.
Dolayısıyla Medeni Kanun’da gedikler açılması çabasına karşı, anayasada değişiklik yapılmasına karşı çok uyanık olmak şart. Üstelik bu konu en başta kadınları hedef alsa da sadece kadınların meselesi değil.
Son zamanlarda hep düşündüğüm ve tekrarladığım bir şey var, burada nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olunduğunun erkeklerin farkında olması çok önemli. Kadınların hakları konusu sadece kadınların değil erkeklerin de sorunu. Çünkü bu rejimin niteliğiyle ilgili, iktidarın nasıl kurulduğuyla, otoriter rejimin pekiştirilmesiyle ilgili bir mesele.
Kısacası demokrasi ve özgürlüklerle ilgili bir mesele. Bunu sadece kadınların görmesi yetmez. Yaşlı erkek iktidarına karşı kadınlar ile genç erkekler arasında daha fazla işbirliği var ve bu çok umut verici. “Nafile biraderlik Sözleşmesi”nin devam etmemesi onların da çıkarına çünkü.
6- 100 yıl sonra kadın hakları: Bugün geldiğimiz noktaya bir yandan da çok şaşırıyorum.
Bugün bunları tartışıyor olmak bence utanç verici. Oysa Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında demokrasinin daha demokratikleşeceğini, özgürlüklerin genişleyeceğini, “müsavat-I tamme” hedefine daha fazla yaklaşılacağını hayal ediyorduk.
Kadınların Cumhuriyet’e eşit katılımının ve katkısının gerçekleşeceğini… Ama maalesef bu hayal olarak kalmış durumda şimdilik.
20. yüzyılda kadınlar dünyada ve Türkiye’de önemli kazanımlar elde ettiler, epey yol kat ettiler, haklarını kullanmaya ve genişletmeye başladılar. Şimdi ona karşı bir eril reaksiyonla karşı karşıyayız. Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Rusya bu ülkelerde de kadın hakları risk altında.
“Cumhuriyeti kadınlar yaşatır, kadınlar cumhuriyetle yaşar”
7- Cumhuriyet ve kadınlar: Cumhuriyet’i kutlamaktan vazgeçmenin ya da göünülsüzce kutlamanın nedeni de bence bu, yani Cumhuriyet’in ve laikliğin kadınların kamusal alanda görünürlüğünü güvence altına alması ve güçlenmesine yol açması. Cumhuriyet, kadınların kamusal alanda eşit var oluşunun yolunu açtı ve en çok bundan rahatsızlık duyuluyor.
Nitekim toplumsal cinsiyet meselesini İslami projenin dışına çıkarsanız, İslami yaşam ile modern yaşam arasında arasında pek bir farklılık kalmayacak. Son kertede, Müslüman coğrafyada, İslamcılar ile laikler arasındaki mücadele ahlaki davranışın sınırlarının kimin tarafından belirleneceğine dayanıyor.
Yani bireyin kendisi mi yoksa dinsel cemaat mi, o cemaatin parçası olan aile mi belirleyecek. En önemlisi de kadınlar, kendi kaderlerini kendileri belirleyen özerk birey sayılacak mı?
Bugün İslami hareketin itirazı ne modern ekonomik yapılara, ne de yeni teknolojilere, tam tersine yeni teknoloji kullanımı övünme vesilesi, görüyoruz.
Ama kimin kiminle evlendiği, nasıl giyindiği, cinselliğini nasıl yaşamak istediği,vb vb esas problem. Sonuçta, bireysel ahlak üzerindeki bütün bu müdahaleler, toplumsal cinsiyet rollerine, özellikle de kadınların kamusal alandaki görünürlüğüne ilişkin. Yeniden Refah partisinin seçimler sırasında kadın adayların yüzlerini kapatması tesadüf değildi!
EŞİK’te “Cumhuriyeti kadınlar yaşatır, kadınlar cumhuriyetle yaşar” diye bir slogan gördüm. Ne kadar doğru; işin esasını ne güzel özetliyor.
O yüzden de kadınlar coşkuyla kutlamak istiyorlar Cumhuriyet’in 100. yılını, kutlayacaklar da. Bu konuda da kimseden izin almaya ihtiyaçları yok. Cumhuriyeti kuranlar da kimseden izin almamıştı.
Bugünlerde ortalıkta bir “Türkiye yüzyılı” hayali dolaşıyor. Keşke hayal olmasaydı. Ama kadınların eşit varlığını ve katkısını dışlayan, inkar eden bir rejimin “Türkiye yüzyılı” hayalini gerçekleştirebilmesi mümkün mü?
Toplumun yarısını dışlayan, onları eşit birey yurttaş kabul etmeyen bir ülkenin gelişmiş, demokratik bir ülke olduğu söylenebilir mi? Söylenemeyeceği açık, o yüzden de koşullar değişmediği sürece maalesef bu bir hayalden ileri gidemez.
Bugün “biraderlik sözleşmesi”nin pekişerek devam ettiğini görüyoruz. Ama bu kader değil.
Ortak politik mücadeleyle geriletilebilir. Ortak kelimesinin altını çizmek isterim çünkü geldiğimiz noktada ortak hedefler belirleyerek birleşebileceğimiz herkesle, her kesimle ittifak yapmak, dayanışmak çok önemli.
Hem kadınların kendi arasında hem de LGBTİ+'lar dahil olmak üzere ezilen ve adalet arayan her kesimle ittifak yapmak, ortak mücadeleye girişmek elzem. Dayanışma kendiliğinden gerçekleşmez, inşa edilen bir şeydir.
Bu nedenle, sadece benim pozisyonum doğru, herkes oraya gelsin tavrıyla politik dayanışma kurmak mümkün değil. Dayanışma da emek isteyen bir durum. Bu emeği müzakere ve eylem içinde örmek gerekiyor.
Sonuç olarak 100 yıllık bir Cumhuriyetimiz var; mücadele bilincine ve tecrübesine sahip kadınlar, özgürlüğün ve demokrasinin değerinin bilincinde olan insanlar var. Mücadele devam ettiği sürece umutsuz olamayız.
Fatmagül Berktay hakkında
Siyaset bilimci, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi Anabilim Dalı emekli öğretim üyesi, halen “politik etik” ve “politik kötülük” üzerinde çalışıyor.
İÜ SBF’de Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölüm ve Anabilim Dalı başkanydı.
İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü yaptı. Kadın sorunlarından sorumlu Devlet Bakanlığı’nda danışmanlık yaparak Türkiye’yi BM ve AB dahil çeşitli forumlarda temsil etti. ABD, Avrupa ve Avustralya üniversitelerinde de dersler ve konferanslar verdi. Tarih Vakfı kurucu üyesi ve Kadın Eserleri Kütüphanesi Genel Kurul üyesi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ile York Üniversitesi’nde tamamladı.
Siyaset bilimi ve kadın çalışmaları alanlarında yurt içinde ve dışında yayımlanmış çok sayıda makalesi ve kitap bölümü bulunuyor: Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak (Pencere yayınları, 1991), Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın (Metis, 1996), Women and Religion (BlackRose Books, Kanada, 1998), Tarihin Cinsiyeti(Metis, 2003) adlı kitabı ise Lübnan’da yayımlandı ( Dar Kreideh, 2009). Politikanın Çağrısı (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010), Dünyayı Bugünde Sevmek –Hannah Arendt’in Politika Anlayışı (Metis Yayınları, 2012).
(EMK)