İddia, "yargı organlarını aşağılama" (TCK, m. 301/2) idi. 17 Aralık 2008 günü, yargıcın verdiği "Bakanlıktan izin isteme" kararına, yargılanmak istediğimiz için tepki gösterdik.
Benzer kararı aynı yargıç, 15 şubat 2006'da yapılan ilk duruşmada vermişti. Yine karşı çıkmıştık. Hatta, daha güçlü nedenlerimiz vardı. Çünkü, yürürlüğe henüz girmiş olan 5237 sayılı TCK'da izin koşulu yer almıyordu. Ancak lehe yorumla, "sözde suç" tarihinde yürürlükte olan eski TCK izin şartını öngördüğünden, bu kararı vermişti.
Nitekim Adalet Bakanlığı, verdiği yanıtta takdiri, yargıca bıraktı. Yargıç bunu, izin verilmediği şeklinde yorumladı. Her aşamada dile getirdiğimiz Anayasaya aykırılık itiraz isteğimiz de reddedildi...
Bu nedenle yargılamaya, "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" (m. 216) yönünde devam edildi. Yargıtay Ceza Genel Kurulu (YCGK), 29 Nisan 2008 günlü kararı ile son noktayı koydu. Böylece, yeni TCK'da yer alan "açık ve yakın tehlike" için, uygulanabilirlik ölçütü de bu düzeyde ilk kez belirlenmiş oluyordu. Açık ve yakın tehlike, ancak ifade ile şiddet arasında bağlantı varsa geçerli olabilirdi...
301, Anayasa'ya aykırı
17 Aralık duruşmasında dosya, m.301 yönünden yeniden açılınca, bu kez "301 için izin koşulu" öngören değişiklik de yürürlüğe girmişti. İki olasılık vardı: yargılanmak veya 301'i yargılatmak.
-Beraatle noktalanmalıydı dava. Ortada bir suç değil, Yasa ile kurulmuş Başbakanlık İHDK'nın görevi gereği hazırlanan bir Rapor vardı. Üstelik, Rapor'a karşı dava açıldığı sırada TCK, bakanlık iznini öngörmüyordu.
-Genel çözüm, 301. md.nin Anayasa Mahkemesi'nce denetlenmesinden geçiyordu. Dava çerçevesinde md. 301'in üç fıkrası da Anayasa'ya aykırı idi:
1.-Bazı resmi kurumların yasa ile korunması, eşitlik ilkesine aykırı ve ilgili kurumların saygınlığını zedeleyici.
2.-Eleştiri niteliğinde olan ve olmayan ayrımı, bir niyet sorgulaması ve düşüncenin suç oluşturabileceğinin kabulü anlamına gelir.
3.-Bakanlık izni ise, öncelikle, 301 ile yasaklanan ifadelerin suç oluşturup oluşturmadığının göreceli özelliğini ortaya koyar. Bakan izin verirse, yargıç bu karardan etkilenecek; vermez ise, sanığın şüphelilik durumu devam edecek. İlk durumda yargı bağımsızlığı ilkesi; diğer durumda adil yargılanma hakkı zedelenecek.
Sadece bu son nokta bile, 301'in ne denli sorunlu olduğunu göstermeye yeterdi: Öğretim üyesi olarak hitap ettiğimiz öğrencilerin, "aslında suçlu idi de, izin verilmediği için yargılanmadı" şeklinde düşündükleri yönünde tarafımızda kanaat oluşması bile, onur kırıcı bir durum.
Düşünce Özgürlüğü Bülteni'nin yorumu
Başından beri ısrarla dile getirdiğimiz yargılanma talebi ile anayasaya aykırılık itirazı kabul görmeyince, bakanlıktan yeniden izin istendi. Bakanlık ise, izin verilmemesi yönündeki gerekçeli yanıtında, Rapor'u Avrupa Mahkemesi'nin düşünce ve ifade özgürlüğü üzerine belirlediği ölçütler ışığında değerlendirdi.
Karar kamuoyuna Adalet Bakanı'nın lütfu ile yargılanmaktan kurtulma şeklinde yansımış ise de, biz tam tersine yargılanmak istediğimiz için, buna karşıyız. "Haftalık Düşünce Özgürlüğü Bülteni", bu açıdan gerçekçi: "301 davalarının Adalet Bakanlığı'nın iznine bağlanması, uluslararası bir rezalet haline gelen davayı gündemden uzaklaştırdı, ama ne değişti? Oran ve Kaboğlu kadar tanınmamış kişilerin 301 şerrine maruz kalmamak için Adalet Bakanlığının merhametinden başka güvencesi var mı? Üstelik, bir eylem eğer 'suç' oluşturuyorsa, bunu kovuşturmak ve cezalandırmak görevini verdiğimiz savcı ve yargıçlar, emirleri hukuktan mı alacak, Adalet Bakanlığından mı?"
Umut yine Avrupa'da...
Çapulcu tayfasının bol olduğu ülkede çamur atmak kolay... Fakat 301, sizi, başkasının attığı çamuru temizleme olanağından bile yoksun bırakıyor. Bu nedenle tehlikeli ve mutlaka ayıklanmalı hukuk sisteminden.
Bütün çabalarımıza rağmen İHDK davası vesilesiyle bunu başaramadık. Eğer yapabilseydik, iki yıllık insan hakları çalışmamızın -dava yoluyla ödediğimiz dört yıllık- bedeline değecekti. Olmadı.
Üstelik, Bakanlık kararı (5 Şubat), ciddiyetten ve gerçeği yansıtmaktan uzak: Rapor'un resmi bir görev çerçevesinde yazıldığı, YCGK'nın md. 216 üzerine aklama kararında vurgulandığı halde; Bakanlık, konuyu ifade özgürlüğü ile sınırlı tutuyor. Üstelik, Yargıtay son noktayı koyduğu halde, "md. 216 yönünden devam eden dava" nitelemesi yapıyor.
Bu da, izin koşulunun sakıncaları yanında sürecin de kötüye kullanıma açık olduğunu göstermiyor mu?
Ulusal hukukta bütün yolları tükettiğimize göre, artık sadece İHAM'a başvuru olanağı kalıyor.
Türkiye'nin Avrupa yolunu destekleyen ABD Başkanı Obama'yı ayakta alkışlayan TBMM üyeleri, keşke sadece el kaldırarak 301 rezaletine son verebilselerdi...(İK/EÖ)
* İbrahim Kaboğlu Birgün gazetesinin 9 Nisan 2009 tarihli sayısında yayımlanan köşe yazısını bianet'e de gönderme inceliğini gösterdi. Teşekkür ediyor ve yazısını yayımlıyoruz.