Siyaset ile adalet yan yana gelmiyor. Yıllar öncesine dönelim.
“Dünya Tarihinde Büyük siyasi Davalar” adlı kitabının (Varlık Yayınları, 1963) önsözünde. Samih Tiryakioğlu “siyaset” ve “adalet” kelimelerinin pek uygun düşmediği için olsa gerek, “siyasette adalet olmaz” diye bir söz vardır ve “bu iki deyim birbiriyle çatışma halindedir sanki” diyor. Bu önsözün devamında yanıtı içinde olan bir sorusu var: “ Söz gelimi, Sokrates, Jeanne d’Arc ve Mithat Paşa hakkında verilen kararları bu gün hangimiz tasvip ederiz? Şu halde yukarıda söylediğimiz gibi, 'siyasi adalet' diye adlandırılan nesne, iktidarı elinde tutanların, bazı hallerde körü körüne kapıldıkları bir öç alma duygusu değil midir?”
Öyle değil midir? Türkiye’de hukuk adına “öç almaların” süreklilik kazandığı bir hukuk düzeni yaratanlar birbirlerini boğazlaman önce; yelpazenin bir kanadından öteki kanadına kadar uzanan ama sadece kendi “siyasetlerine” muhalif olanları hapsetmeyi, yargılamayı, onurlarını kırmayı marifet sayarak demokrasi ve hukuk havarisi kesilmediler mi?
Torbalar dolusu davaları torbalara sığdırmak ve içlerine insanları tıkıştırmayı marifet sayarak davalar açmak için torba yasaları kanun gibi yutturmayı demokrasinin gereği saymadılar mı?
Bu gün birbirlerini boğazlamak için yargı eliyle ve yargının gücünü kullanarak aynı yollarda beraber yürüdükleri insanları kendi kesip biçtikleri torba davalar içine atmaya çalışıyorlar.
Herkesin olup bitenleri izlemesinden sanki zevk alıyorlar. Dün reddettikleri hukuku bu gün “hukuk” gibi yutturmaya çalışırken, yakın geçmişteki sözlerinden ve kendilerinden bile utanmıyorlar… Yıllardır hukuk olmuş, guguk!
Demokrasi, yargı ve hukuk; bu gün utanılacak bir hukuki düzen yaratanlardan utanıyor.
En utanılacak olanlar ise gazeteciler arasındaki kapolar…
Siyasi eğilime yer vermeksizin, yalnız hukuk ve tarih bakımından Samih Tiryakioğlu’nun anlatımıyla XVI. Louis’in davasına dönelim (Dünya tarihinde Büyük Siyası Davalar. Varlık Yayınları. İstanbul, Kasım 1963. Sayfa 62- 73 arasındaki XVI. Lois davası. Bir İmparatoru giyotine gönderen “siyasi dava”nın geçmişinde acaba neler var?
Fransız İhtilal’inin hışmına uğrayan talihsiz XVI. Louis, 1774’te tahta çıktı ve 1793’te, henüz kırk yaşında bile değilken kafası giyotinle kesilerek idam olundu. Avusturya İmparatoriçesi Marie-Antoinett ile evlenmiş olan Louis, faziletli bir insan olarak ün kazanmıştı. Tahta çıkışını halk, coşkuyla karşıladı. Anayasanın kabulündeki gecikmeler ve anlaşmazlıklar dolayısıyla halk, 14 Temmuz 1789’ da Bastille zindanını zapt etti. İyi niyetli, fakat zayıf karakterli bir insan olan XVI. Louis gösterdiği çekingenlikler; göçmen asillere yaptığı gizli yardımlar; Fransa’dan kaçmağa çalışırken 20 Haziran 1791 de yakalanarak Varennes’den geri getirilişi ve nihayet yabancı devletlerle el altından yaptığı temas ve görüşmeler dolayısıyla halkın gözünden düşüşü…10 Ağustos 1792’de halk ayaklanıp saraya baskın yaptı. XVI. Louis Temple hapishanesine kapatıldı ve artık iş sadece kralı yargılamaya kalmıştı.
XVI. Louis hükümdar sıfatıyla yüklenen suçlar yüzünden yargılanılabilir mi ve kim tarafından yargılanılabilir? Devlet aleyhine suç işlemiş herhangi bir vatandaş gibi o da alelade mahkemelere mi verilecektir? Onu ihtilal Meclisi'nin yargılaması acaba daha yerinde olmaz mı? Verilecek kararı Komün veya ilk kademe kurulları aracılığı ile milletin onayına sunmak gerekli midir, değil midir?
Her şeyden önce anayasa hükümlerince kralın dokunulmazlığı meselesi ortaya çıkıyordu. Kralın dokunulmazlığı küçük bir azınlık tarafından savunuldu. Saint- Just ve Robespiere kralın yargılanmaksızın idamı istediler.
Sonunda kralın İhtilal Meclisi tarafından ve bazı adalet şekil ve kurallarına uygun bir şekilde yargılanması düşüncesi üstün geldi. Bunun üzerine İhtilal Meclisi 3 Aralık günü, kralın Meclis 'tarafından yargılanmasını kararlaştırdı.
Kralın avukatlarından. Deseze kralın sorumsuzluğu tezini ortaya attı: "Anayasa, kralın mahkûm edilmesine engel olmaktadır. Onun dokunulmazlığını en geniş terimlerle belirtmiştir… Hatta kral vatana karşı apaçık suç işleyerek bir düşman ordusunun başına geçmiş olsa dahi, kanunda ona verilecek ceza yazılı değildir. Olsa olsa tahtından indirilir. Çünkü kanun bu takdirde onu tahtından feragat etmiş saymaktadır," dedi.
Deseze ayrıca davanın olağanüstü niteliğini ve nizami şekillerdeki eksiklikleri de belirtti: Avukat daha da ileri giderek şöyle dedi: “XVI. Louis'nin kaderi hakkında karar vermek istiyorsunuz ama onu suçlayan, yine sizlersiniz. İsteğinizin ne olduğunu açıklamış bulunuyorsunuz. Düşünceleriniz Avrupa’nın her yerinde dolaşmaktadır. Şu halde Louis, kendisi için hiçbir kanunun, hiçbir usulün mevcut olmadığı tek Fransız olacaktır,"
İhtilal Meclisinin 749 üyesinden 671 i onun sadece suçlu olduğunu bildirdi. 45’ i oylarına bazı yorumlar da eklediler Ama kimse “hayır” cevabı vermedi. Çoğunluk, kıralı kayıtsız şartsız ölüm mahkûm etti. Oylarını kullanan 721 kişiden 261’i yani salt çokluk sadece ölüm cezası için oy vermişti. Kral hakkındaki idam hükmü 21 Ocakta infaz edildi.
XVI. Louis'yi anayasanın koruması altındaydı ve bütün Fransızlar gibi yürürlükteki ceza kanununa tabi bir Fransız’dan başkası değildi. Bu büyük davada bütün yargılama usulleri belirli bir tarzda anormal olmuştu. Yargı merciinden ayrı bir merci tarafından hazırlık soruşturması yapılmamıştı. XVI. Louis'yi mahkûm etmek hakkını kendine bahşetmiş olan İhtilal Meclisi gerekçeli bir karar dahi vermemiş, sadece siyasi bir işlem yapmıştı
Aynı cümleyi tekrarlarsak eğer; “siyasi adalet” diye adlandırılan nesne, iktidarı elinde tutanların, bazı hallerde körü körüne kapıldıkları bir öç alma duygusu değil midir?
Hukukun körleri ve sağırları birbirlerini sanki mahkeme salonlarında ağırlamak için hazırlık yapıyorlarmış gibi izlettikleri olup bitenler memleketi panayır yerine çevirdi…
Panayırın ortasındaki koca bir çadırın içinde cambazlar gerili tel üstünde yürüyorlar, Birbirini itiyorlar, taklalar atıyorlar, herkesin yüreği ağzında neredeyse düşecekler. Yere düşen yok. Gayet dengeliler, İp üstündeler ve sanki aynı yolda beraber yürüyorlar. Aaaa cambaza bak! (Fİ/HK)