2 Temmuz 1993 Sivas katliamı, bir zincirin en kanlı, en hunhar, en aşağılık halkasıdır. Bir halkadır, çünkü öncesinde de katliamlar yapıldı, sonrasında da yapılıyor.
Sivas katliamına dair çok şeyler yazıldı, söylendi. Daha da yazılmalı, daha da söylenmeli, unutulmamalı.
Katliama dair birkaç şey söylemek istiyorum.
Bu ve buna benzer katliamların bir tarihi arka planı var. Doğu-Batı, İslam-modernite çelişkisi, bu sorunun tarihi alt yapısını oluşturuyor. İslam dünyasında yaşanan terörün, kitlesel çatışmaların, sapkınlık boyutlarına varan görüş ve hareketlerin temelinde işte bu İslam ve modernite çelişkisi yatmakta.
Bu çelişki nasıl aşılır?
Doğrusu, bilmiyorum!
150 yıldır bu sorun çözülememiş ki!
İslam dünyasında yakın zamanda Ali Şeriati, Muhammed İkbal gibi düşünürler bu konuda epeyi olumlu görüş ileri sürmüşler, ama genel bir kabul görmemişler.
İslam dininde bir reform yaşanmadığı sürece ya da İslam toplumlarında din ile devlet ilişkisi demokratik/seküler bir temele oturtulamadığı sürece, bu toplumlarda terör, çatışma, vahşet ve sapkınlık devam edecektir diye düşünüyorum.
İslam ülkelerinde neden din ve devlet ilişkisi demokratik bir temele oturtulamıyor?
Çünkü İslam ülkelerinde iktidarlar toplumu sömürmek, egemenliğini devam ettirmek için din olgusuna dayanıyorlar. İslam, bu toplumların neredeyse biricik ideolojisi halinde. Bu nedenle din, iktidarların güç ve ekmek teknesi konumunda tutuluyor. İktidar derken yalnızca devletin yürütme gücünü kastetmiyorum. Bir tarikat şeyhi de, bir cemaat önderi de, bir mahalle imamı da kendi çapında dayanağını dinden alan birer mikro iktidarlardır. Dikkat edilirse bunlar dinin ilahiyatıyla değil, gündelik yaşamın siyasal tanzimiyle uğraşıyorlar. “Hangi partiye oy vereceksin?” sorusu, ya da “Oyunu şu partiye verirsen cennetlik olursun” yönlendirmesi, bu tanzimin konusunu teşkil eder. Başta medya olmak üzere din üzerinden oy toplayıcılar, iktidarın nema dağıtımından güçleri ölçüsünde yararlanıyorlar. Böylece din, siyasetin bir aracı olarak kullanılıyor. Dini siyasete araç kılan din görevlileri ise, bizatihi kendileri birer aracı oluyorlar. Demek ki ruhbanlık, bu anlamdaki işlevi itibariyle salt Hıristiyan dünyaya ait bir kavram değilmiş!
O halde sorun dinin algısında ve egemenler tarafından kullanılmasında yatmakta.
Toplumlarda genel kabul gören her türlü ideoloji, onu savunanlara salt bir dayanak değil, aynı zamanda bir meşruiyet alanı sağlar. O yüzden kimileri, bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman diye söze başlayarak, tek tip bir toplum anlayışını dayatan bu sözle karşıdakinin üzerinde bir hegemonya kurmayı amaç edinir.
100 yıl öncesi Türkiye’sinde Cumhuriyet bir modernleşme projesi olarak yürürlüğü kondu. İslam dünyasında bu ilk örnektir. Mustafa Kemal ve Cumhuriyetin önder kadrosu, modernleşmenin akılcılığını/rasyonalizmini, pozitivizmin mutlak bilimci doğruculuğunun dar görüşüyle sınırladılar. Bürokratik Cumhuriyet için İttihatçılardan devraldıkları pozitivizm, uygun bir görüştü.
Modernizmin toplumdaki ekonomik izdüşümü, kapitalizmdir. Bürokratik Cumhuriyet (bunun Osmanlı sonrası bir tarihsel zorunluluk olduğunun altını çiziyorum), yapısı gereği her şeyi kontrol altında tutmak istediğinden dolayı, liberal bir iktisadi ve siyasal yapının da önünü kesti. Bu durum, çarpık bir laikliği de beraberinde getirdi. Bunun tipik örneği, devlet bünyesinde kurulan Diyanet kurumu, eğitim politikaları ve kimliklerdeki İslam hanesidir. Kısacası Cumhuriyet modernleşmesi, günün toplumsal koşullarıyla arasındaki uçurumu aşamadı.
Bu ülkede İslamcılar, Batı ve modernite düşmanlığını Atatürk ve laiklik üzerinden yürütüyorlar. Onun için Sivas katliamında o güruh salyalarını akıtarak “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” diye böğürüyordu!
Katliam kimin eseri?
Sivas katliamı, katliamı yapan güruhun eseri değil. Onlar inançlarının körlüğüyle insanları bilerek, isteyerek ve zevk duyarak yaktılar! Onların piyon olması, zalimliklerini hafifletmez. O güruhun her bir katılımcısı katildir ve insanlık suçu işlemişlerdir.
Ancak bu işin karanlıkta kalan yönleri var. Olaylar sırasında ve sonrasında yaşananlar, hükümetin umarsız tutumunu gözler önüne serdi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel "Halkla [oteli kuşatanları kastediyor] polisi karşı karşıya getirmeyin... Olayda ağır tahrik var. Çatışma yok. Otel yangınında can kaybı var." derken…
Dönemi Başbakanı Tansu Çiller "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!.. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir." derken…
Böylesi bir katliam karşısında en ufak bir vicdani kırıntısının, insaniliğin ve siyasal bir onurun dahi olmadığı bu açıklamalar karşısında kimler ellerini ovuşturdu?
Güvenlik güçleri ortada yoktu!
O her şeye muktedir devlet neredeydi?
Katliamı planlayanlar, güruhu yönetenler açığa çıkarılmadı. Hem Türkiye’de yüzlerce katliamın hangi sorumluları açığa çıkarıldı ki… Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, kite katliamlarının, suikastların, büyük çatışmaların, bombalamaların yapılmasından doğrudan ya da dolaylı olarak o ülkelerin devletlerinin, dar anlamda da iktidarlarının ilgisi vardır! Devletin ilgisinin, bilgisinin olmadığı çok az olay bulunur!
1993 Türkiye’sini hatırlayalım. Refah Partisi ve İslamcı hareketler yükselişte. Kürt silahlı hareketi devleti alabildiğine zorluyor. Merkez partiler zayıflıyor. Devlet, 1980 12 Eylül faşizmiyle uzaklaşan Alevileri, laiklik adına tekrar kazanmak istiyor. Bunun için sürekli bir şeriat korkusu yayılıyor. Müslüm Gündüz parodilerini ve tezgâhlarını hatırlayalım. Prestij kaybı yaşayan devlet, hem bu yolla yükselen İslamcı harekete karşı meşruiyet zeminini genişletmek, hem de kimi yerlerde Kürt siyasi hareketi içerisinde yer alan Kürt Alevilerinin Kürt hareketine olan desteğini koparmak istiyor! Dersimli Kürtler, Sünni Kürtler farklılığı üzerinden medet uman devletin ajanları, PKK içinde bile bu zeminde çatışmalar yaratmak istediler.
Sivas katliamının tezgâhlanmasında bu koşulların bir etkisi var mıdır?
Bu boyutta da düşünülsün istedim.
Günümüzle bağlantısına gelince; seküler (dar anlamda laik) bir düzeni/anayasayı ve demokratik değerleri savunanlar, diğer siyasal, etnik ve kültürel farklılıklarını öne çıkarmadan, gelişen siyasal İslamcı tehlikeye karşı başta mütedeyyin Müslümanlar da olmak üzere, bir set oluşturmak zorundalar.
Bir şeyin değeri kaybedildiğinde anlaşılır!
Cumhuriyet’in o parça pürçük laiklik adacıkları kaybediliyor. Yaşam alanlarımız ve özgürlüklerimiz işgal ediliyor.
Siyaseti ikilemler yoluyla ifade etmeyi sevmem, ama bir soruyla yazımı bitireceğim: Suriye’de olsanız ve size ya Esad’ın safında ya da IŞİD’in safında bulunacaksınız denilse, hangisini seçersiniz?
Biliyorum bu soru sinir bozucu, ama hayatta daha sinir bozucu şeyler oluyor!
AKP seçmeninin çok büyük bir kısmının dahi, siyasal İslamcıların tek tip dayatmacılığı ve faşizminin hedefinde olduğu üzerine düşünmelerini istediğim için soruyu şöyle de sorabiliriz: IŞİD anlayışının hâkim olduğu bir Müslümanlığı mı, yoksa Türkiye’de şu haliyle yaşanan Müslümanlığı mı tercih edersiniz?
Sivas katliamını bir de bu açıdan düşünün ey mütedeyyin Müslümanlar!
Gün gelir sizler bile kâfir ilan edilerek yakılabilirsiniz!
Onun için Sivas katliamı münferit bir hadise değil.
Sivas geçmedi…
Sivas bitmedi… (HŞ/AS)