Sezen Aksu'nun 5 Eylül akşamı açık havada verdiği konser tüm merdivenler dahil ağzına kadar tıklım tıklım doluydu. Sanatçı konserine 'gülümse' adlı şarkısıyla başladı. Son derece hüzünlü birkaç şarkısını ardı ardına söyledikten sonra seyircisini selamladı ve "Konseri iptal edeyim mi etmeyeyim mi bilemedim. Hepimizin birbirinin elini tutmaya ihtiyacı var..." diyerek devam etti. Koskoca açık havanın her şeyi alkışlamaya hazır seyircisinden çok cılız bir alkış sesi zar zor duyuldu.
Daha sonra şarkı aralarında mesaj vermeye devam etti sanatçı. Herhalde anlaşılmadığını ya da yanlış anlaşıldığını düşündü. Kim bilir belki de ikna etmek, kardeşin kardeşi vurduğu bu savaşta kirletilmiş bilincimizi bulandırmak istiyordu.
"Bir şey söylemek istiyorum... Artık kardeş gibi olduk. Yani arkadaşlığı dostluğu da geçtik. 30 yıldır çocuklarımızın ölümüne göz yumuyoruz hep birlikte. Ben kendimi çok suçlu hissediyorum. Öyle ya da böyle bu suç hepimize bulaştı. İnanıyorum ki, ölümden başka bir sürü çözüm var. Biz bu çözüm için diretmedikçe bu kan durmayacak."
Yine çok ölü, kısa ve az bir alkış hafifçe geçti.
Barış söylemleri artık vatan hainliğini çağrıştırıyordu besbelli. Kanın durmasını istemek savaştan kaçmaktı. Bize öğretilen barış anlayışında kanımızın son damlasına kadar savaşmak vardı. Bize ezberletilen kardeşlik söylemlerinde şehitler ölmezdi ve vatan kan revan içinde kalsa da sağ olurdu. Bize aşılanan vatandaşlık derslerinde kendini feda etmek, hatta son kişi kalana kadar ölümde diretmek en kutsal çözüm olarak yüceltiliyordu.
Bu yüzden de çocuklarımızın ölümüne göz yumduğumuzu değil şehitlerin ölmediğini ve bir Mehmetçiğin yerine bin Mehmetçiği göndermeye hazır olduğumuzu duymak istiyorduk. Ayrıca suçluluk duymak yerine suçlamak çok daha kolaydı. Sezen Aksu'nun temiz vicdanına bulaşan suçluluk ülkede olup bitenleri ve bu savaşın nedenlerini anlamaya çalışmasından kaynaklanıyordu. Zaten sanatçı daha sonra yakınlarına mezar taşına 'anlamaktan öldü' yazmalarını istediğini alaycı bir üslupla söyledi. Belki biz de anlamamaktan ölüyorduk. Biz anlayacağımızı anlayamayacak kadar ezber, tekrar, nakarat doluyduk. Bu çağrılar bizi bozuyordu, sanatçıya yakışmıyordu doğrusu! Bizim şartlandırıldığımız söylemde 'onuncu yıl marşı' gibi bir müzikle gazlanmak vardı.
Neyse biri diğerinden sancı dolu güzel şarkılarını feryat eden bir sesle söylemeye devam etti. Belli ki Minik Serçe ısrarla uyandırmaya, kulağımıza kar suyu kaçırmaya ve illa ki kendisini seven milyonların garanti sevgisini risk etmeye kararlıydı. Bu sefer dayanamadı ve dinleyiciye attı sorumluluğu açıktan; "Ne olursa olsun. Bir kere daha söylemek istiyorum. Her şey bizim elimizde. Biz dur demeliyiz ya hep birlikte! Sivil bir kişinin gücü bin iktidarda yok. Buna tüm kalbimle inanıyorum."
Yine tereddütlü, isteksiz ve silik bir alkış ya duyuldu ya duyulmadı.
Oysa izleyiciye şöyle vatan, millet, Sakarya türünden bir şeyler söylese ve herkes kendini iyi hissetse konserin tadından yenmezdi. Dersi dinlemek istemeyen öğrenciler gibi izleyici de verilen mesajlara reaksiyon göstermeyerek reaksiyon gösterdi. Üstelik daha Afyon'daki mühimmat deposu patlamamış ve 25 insanımızı kaybetmemiştik. Ama her zamanki gibi ülkemizin fonunda silahlar patlıyor, insanlar ölüyor, kayboluyor, hapsediliyor, susturuluyor ve 'barış ya da eşitlik' gibi kavramlardan bahsedenlere başbakan ağzının payını veriyordu. İktidar gayet net bir dille ve alışıldığı üzere bağıra çağıra "Şehit haberlerini ufak görmeyi bile kaldırmak lazım, hiç görmemek lazım" diyordu, diyebiliyordu. Ancak barış isteyenlerin sesi hayranları tarafından bile sessizce yalnız bırakılıyordu maalesef. (ŞT/NV)