Çiğdem Vitrinel’in beklenen ve kadın karakteri üzerinden değerli tartışmalar yaratan filmi Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku nihayet vizyona girdi. İlhami Algör’ün aynı isimli romanından esinlenerek çekilen filmin başrollerini Erdal Beşikçioğlu ve Sezin Akbaşoğulları paylaşıyor. Ege Aydan, Hare Sürel ve Derya Alabora ise azıcık görünseler de muhteşem performanslarıyla kalıcı izler ve seyir zevki büyük tatlar sunuyorlar.
Sinematografisi, olay örgüsü, atmosferi, akışı ve temposu farklı açılardan değerlendirilebilir ancak filmin kadın karakteri tartışmaya değer bir farklılıkla şaşırtıyor. Ann Kaplan egemen sinemanın gerçekliğinin uydurma olduğunu açıklamak için bilinen sinemasal gelenekleri kullanmanın daha anlamlı olduğunu belirtir. Çiğdem Vitrinel aynen Kaplan’ın belirttiği gibi egemen sinema geleneklerini kullanıyor ancak kadın ve erkeğin yerini değiştiriyor. Böylece etkisi daha güçlü çalışan bir kadın karakter yaratmayı başarıyor. Yani egemen sinema kalıplarını kadın karakterin iktidarı üzerine kuruyor yönetmen. Son kertede çoktan tarihsel bağlamından kopmuş kadın karakterin izini sürmek yerine güya kendini entelektüel sanan ancak tarihsel bağlamından kopamayan dolayısıyla kadını anlayamayan ve acı çeken erkeğin izi sürülüyor.
Şehirli, ayakları üzerinde duran, alımlı, eğitimli, başarılı ve sofistike bir yaşam süren güzel bir kadın söz konusu. Müzeyyen seviyor, sevdiğinden ya da sevebildiğinden çok daha fazla seviliyor, sevince uçuruyor ve sonra bırakıyor aniden ve açıklamasız ya da açıklaması yetersiz bir erkek gibi terk ediyor… Açık sözlü, cesur ve sıcak davranıyor ancak her zaman mesafeli bir samimiyet duygusu yaratıyor. Sevgilisi Arif tam olarak içine sızamıyor, nüfus edemiyor ve zorlamaya kalkarsa kadının müsaade etmeyeceği hiç sözsüz çok kesin biliniyor. Yalnızlığı tercih eden, mesafeli ancak acısını içinde taşımaktan yorgun, pişman ve her daim şık modern şehir insanı bu noktada Çağan Irmak’ın Issız Adam karakterini anımsatıyor. Ancak ‘Issız Kadın’ Müzeyyen, Issız Adam Alper’in kendisini tanımamıza izin verdiği kadarını bile anlatma ihtiyacı duymuyor. Çünkü Müzeyyen’in Issız Adam gibi karanlık bir yaşamı yok ya da karanlık sayılan bölgeyi utanç verici ve saklanması gereken sırlar olarak görmüyor. Tabii açıklamak ihtiyacı da olmuyor, pişmanlık da duymuyor. Dolayısıyla daha baş edilemez!
Müzeyyen’de sonunda Issız Adam gibi sakin bir sahilde tek başına kalıyor ancak üzülüyor mu, yıkılıyor mu yoksa zaten böylesini mi istiyor pek açık etmiyor. Kendisini ve Arif’i suçlamadan sadece akışı yaşadığı için ve anlayış beklemediği için şok ediyor. Mesela ezilmiyor eziyor, ağlamıyor ağlatıyor, yalvarmıyor yalvartıyor, sevgilisine bakıyor, yediriyor içiriyor ve canı sıkılınca da bir cümlecik açıklamaya gerek duymadan kısa bir not ve kapıcı yardımıyla kapının önüne koyuyor. Issız Adam Alper de benzer bir tutumla sevgilisini evine almış ve sonrasında sıkılınca kapıyı göstermişti. Özetle toplumsal cinsiyet rollerini alt üst eden Müzeyyen öyle zarif ancak ters köşelerden sertçe giriyor ki iğreti ediyor. Örneğin sevgilisini terk ederken aldığı acımasız aksiyona karşın çıldırtan nezaketini hiç bozmuyor. Ya da giymediği kıyafetleri ayırıyor, buzdolabına ayrılık notunu iliştiriyor ve direktifleri rica ederek bildiriyor. Eskiye ayırdığı çöp poşetleriyle beraber atılanlar listesinde kendini gören erkeğin hüznü hiç alışıldık bir portre olmadığı için öncelikle şaşırtıyor elbette. Sonrasında bilinmedik ve deneyimlenmemiş bir karakterle karşılaştırdığı için ne hissedeceğimize dair yardımcı olmadan ortada bırakıyor. Filmin kahramanına çektirdiği acıyı seyirciye bulaştırmıyor ancak seyirciyi bilmediği bir yerde kendi kendisiyle baş başa bırakıyor. Yani Kaplan’ın bahsettiği sahte sinema gerçekliğini geleneksel metotlar aracılığıyla vermek için Müzeyyen toplumsal cinsiyet kodlarına yumuşacık ve yavaştan estetik bir çomak sokup kanırtıyor. Tüm bu yönleriyle aniden ‘ahhh Belinda’ dedirtiyor… Çünkü Barış Pirhasan’ın senaryosunu yazdığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği Ahh Belinda taa 1986’da yine klasik sinema metotlarından fantastik bir iş çıkararak cinsiyet rollerinin doğal olmadığını anlatan kült bir filmdir. Pek benzeri de yoktur.
Çiğdem Vitrinel ise kusursuz oyuncu seçimiyle karakterlerini günah, yasak, ayıp üçgeninden kurtarıp salt insan olma sınırlarına kıstırıyor ve iktidarı kadına emanet ediyor. Issız Kadın yaratmak yerine klişeleri dağıtan yapısıyla erkeğinin karısı değil fahişesi olmak isteyen aykırı bir portre çiziyor. Eksikleri, yamukları, yanlışları olan ve Issız Adam’ın Alper’ini çağrıştırsa da daha sağlıklı, sert ve ayakları yere sağlam basan bir dişiliğe saygı duymamızı isteyen bir davetiye çıkartıyor. Üstelik Issız Adam gibi terk edişini veya ilişki kuramayışını hoş görelim diye dilenmiyor, acındırmıyor, gerekçeler sıralamıyor. Ya da harika yemek tarifleri vermek, ani sürprizler yapmak, zaten sevilen müzikleri kullanmak gibi ucuz romantizm tuzaklarıyla aşık etmiyor erkeğini.
Müzeyyen ıssız bir kadın değilse bile Issız Adam Alper’i anımsatarak dahası belki de aratarak daha gerçekçi ve gerekçeli bir karakter olarak ayrıcalık kazanıyor şimdiden… Durup dururken bir daha ‘Ahhh Belinda’ dedirtiyor! Ne de olsa Müzeyyen ve Belinda’nın kabusları ne yazık ki henüz gerçeklik olarak yaşanmaya devam ediyor. (ŞT/NV)