Gandhi’nin deyimiyle; “düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak demektir. Bu ise rüzgarı zapt etmekten de zordur”.
Türkiye’de iktidar, adeta “rüzgarı zapt edeceğine” inanarak, kendi politik görüş, söylem ve eylemlerine uymayan her türlü düşünceyi, bilgiyi ve haberi tehlike kabul ediyor. Bunları savunan, yazan kişileri, yayınlayan gazete ve televizyonları, radyoları “en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi, susturulması” gereken unsurlar olarak görüyor. Olağanüstü hal koşulları gerekçesiyle de, belirgin işlevi somut, maddi eyleme karşılık verme olan ‘vatandaş ceza hukuku’ ortadan kaldırılıyor.
Alman Ceza Hukukçusu Günter Jakobs’un tanımlamış olduğu; düşünceyi sorgulamaya ve bu sorgulamadan yapılan çıkarımlara dayalı niyet saptamalarına göre “tehlikenin (tehlike olarak görülenin) önlenmesine/ bertaraf edilmesine” yönelik “Düşman Ceza Hukuku” uygulamalarını devreye sokuyor. Bu ceza hukuku anlayışı, Hayrettin Ökçesiz’in tanımladığı gibi, giderek “tüm hukuku ve yurttaşları hedef alan bir teröre”, sistematik insan hakları ihlallerine dönüşüyor. Zira “her yurttaş, her an, bu uygulamaların olası bir objesi haline” getirilme, hukuken “kuşku ve hayati tehlike altında tutulma” tehdidi altında bulunuyor. İçinde bulunduğumuz koşullarda, bu tehdidin en yoğun şekilde yönelmiş olduğu kesimlerden birini basın ve elbette gazeteciler oluşturuyor.
Türkiye toplumu, giderek ağırlaşan sosyoekonomik sorunların baskısı atında; çoğulculuk ve katılımcılık özellikleri ortadan kaldırılmış tekçi bir kamusal alan, yargı, yasama ve yürütme erkleri ile kurum ve kuruluşlarının işleyişi ve örgütlenme biçimi tek merkezli bir yapı oluşturma temelinde değiştirilmiş, Meclis’in yasama, denetim ve soruşturma yetkisinin sınırlandırılmış, seçim zamanlarında sandığa gitmekten ibaret olan “biçimsel bir seçim demokrasisi” koşullarına sürüklenmiş bulunuyor.
Bu koşullar içinde; son 15 yıldır her türlü politik, ideolojik söylem ve araçlarla, eğitim biçimleri ve içeriklerle öğretilen ve/veya aktarılan, aynı zamanda sosyal ve tarihsel bir hafızanın da yönlendirdiği siyasal/kültürel bir aitlik duygusu ile beslenen taraftarlıkla iktidarı destekleyen, kolektif bir özdeşim içinde davranan kitlelerde bir değişim yaşanıyor. Zira, AKP’nin “umut dağıtabilme” kapasitesi ortadan kalkıyor. On beş yıldır AKP iktidarı bu kapasitesini kullanarak, ekonomik demokrasiye de hiç değinmeden, derin toplumsal eşitsizliklerin ağırlığında yaşamakta olan halka; yaptıklarımızla size hemen eşitlik ve iyi yaşam koşulları sağlamasak da, gelecek için iyi bir yaşam umut edebilmenize olanak veriyoruz. Bizleri iktidarda tutmazsanız, yaşadığınız koşullara umutsuzca saplanıp kalacaksınız, diyordu. Ancak şimdi, bu söylem inandırıcılığını yitiriyor ve sanal gerçekliğin örtüsü aralanıyor.
Tam da bu zamanda gerçekliği kavramak; başta düşünceyi açıklama özgürlüğü ve onun gerektirdiği koşullardan olan basın özgürlüğü olmak üzere, bütün insan hak ve özgürlüklerinin, her birimizle, insan olmak ve onurumuzun korunmasını istemek anlamında var olan zorunlu bağlantısını yeniden kurmak, hayati bir önem taşıyor. Bu bağlantı sağlıklı kurulabilirse ancak, Türkiye’de düşünceyi açıklama özgürlüğü, basın özgürlüğü ve haber alma hakkı alanlarında yaşananların, 171 gazetecinin tutuklu, 187 basın yayın kuruluşunun kapatılmış olmasının ve Türkiye’nin tutuklu gazeteci sayısı itibariyle dünyada birinci sırada bulunmasının, şahısların ve kurumların kimliğini aşan boyutu kavranabilir.
Ioanna Kuçuradi’nin deyimiyle, bir ülkede düşünceyi açıklama özgürlüğünün var olması; “herkese, egemen olan fikirlere, egemen tabulara ne kadar aykırı olursa olsun, yeni fikirler ve bilgiler getirme hakkının” tanınmış ve bu hakkın yasal güvenceye bağlanmış olması anlamına gelir. Yani bu özgürlük; “böyle bir fikir veya bilgi getiren bir kişiye, hiç kimsenin (herhangi bir devlet organının, yargıçların, polisin, v.b) dokunamayacağının, mevcut ya da geçerli olanlara ne kadar aykırı olursa olsun, niteliği veya içeriği ne olursa olsun, yeni bir düşünce veya bilgi getirdiği için, onun başka haklarına zarar verilmeyeceğinin güvence altına alınmış olması” demektir.
Açıktır ki bu özgürlük kapsamında “dokunulmaması ya da korunması gereken, yeni bilgi ya da düşünceler değil, bunları getiren kişilerin kendisidir.” Dolayısıyla bu özgürlüğü savunmak; “bütün düşüncelerin, görüşlerin, normların değerce birbirinden farksız, eşit olduğunu öne sürmek” demek değildir. İnsan haklarına ters düşen, onlara zarar verdiği/vereceği anlaşılan düşüncelerin yayılmasını ya da böyle bir normun geçerli kılınmasını, teorik bakımdan savunmak anlamına da gelmiyor. Aksine bu özgürlük; “düşüncelerin, görüşlerin, bilgilerin niteliklerine göre çeşitli açılardan değerlendirmelere tabi tutulmasını; bilgisel açıdan değerlendirilmeleri sonucunda insan haklarına ters düştüğü, onları ihlal ettiği (veya edeceği) anlaşılan veya şiddete, silahlı direnişe ya da ayaklanmaya kışkırtıcı niteliği bulunan düşüncelerin öğretilmesi, yaygınlaştırılması ve propagandasının yapılması aşamasında kimi tedbir ve yasakların öngörülmesini kapsar.
Ancak bu tedbir ve yasakların; yeni bilgi ya da düşünce getiren kişilerin hiçbir hakkına zarar vermeyecek nitelikte olmasını da şart koşar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, düşünceyi açıklama özgürlüğüne dair birçok kararında (özellikle Karataş/ Türkiye Kararı 1999) bu özgürlüğün; “demokratik toplumun ilerlemesinin ve her bireyin gelişmesinin temel koşullarından biri olduğunu” ve “yalnız taraftar bulan, zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devlete ya da nüfusun bir bölümüne kırıcı gelen, şok eden ya da rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğunu” karara bağlamış bulunuyor.
Mahkeme, bu özgürlüğün; “ifadelerin yalnızca içeriğini değil, onların nakledilme biçimini” de kapsadığını belirtiyor. Dolayısıyla, “halkın farklı bir perspektiften bilgilendirilme hakkının” da düşünceyi açıklama özgürlüğünün bir biçimi olduğunu, “devletin de bu özgürlüklere haksız (şiddete, silahlı direnişe ya da ayaklanmaya kışkırtıcılık niteliği taşıması halleri dışında) karışmama ödevi bulunduğunu da vurguluyor.
“Zihinlerimize vurulmak istenen gem”den kurtulma, gazetecilere özgürlük, herkes için adalet isteme zamanı….