Suriye, Irak, Yemen, Afganistan ve yerkürenin diğer bölgelerinde çatışmalar ve savaşlar sürüyor. Aynı zamanda uluslararası ilişkiler alanında belirleyici olan ve “siyasal gerçekliğin özünde güç ve güç dengesi vardır” anlayışına dayanan realizmin¹ (siyasal gerçeklik söylemi) ve temel aldığı realist güvenlik tanımının sonuçlarından biri olarak da, yeni çatışmaların yaşanabileceği bölgelerin sayısı da giderek artıyor.
Bu koşullar karşısında toplumlar ve tek tek bireyler savaş, çatışma ve yıkımları, ortak aklın izleğinden ve etik değerlendirmelerden daha hızlı bir şekilde uzak tutuyor, kişisel ve toplumsal bellekten atıyor. Savaş ve çatışmaların yaşandığı bu uzak(!) coğrafyaların kendilerinden olmayan(!) insanlarının acılarını, daha hızlı bir şekilde olağanlaştırmaya yönelik, düşünce sistemleri geliştiriyor.
Laszlo’nun, “hayatta kalma mücadelesinde bir strateji olabilir” şeklinde tanımladığı akıl, savaş ile barış kavramlaştırmasında “tehlikeli bir armağan” haline dönüşüyor. Çünkü günümüzde, süreç ve bağlamlar farklı olmakla birlikte, savaş ile barış kavramlaştırmasında genel olarak, aklın tek boyutlu kullanımına gönüllü bir teslimiyet durumu söz konusu oluyor: Ulusal ve uluslararası alanda, her türlü araçsallaştırma, söylem ve paradigma ile “düşmanlık duygusu ve düşmanlık niyeti ”sürekli besleniyor ve değişen durumlara göre yeniden üretiliyor. Bu duygu ve niyet üzerine temellendirilen savaş; savaş kuramcısı Clausewitz’in tanımıyla; “düşmana irademizi kabul ettirmek, hasmı, irademizi yerine getirmeye zorlamak amaçlı bir şiddet hareketi olarak”; reddedilecek değil, çıkar ve tehdit algılamalarına bağlı olarak, taraf olunması gereken bir eylemliliğe dönüştürülüyor. “Şiddet, kin ve düşmanı yok etme istencinin” taşıyıcısı kılınan bireyler ve kitleler de, günlük yaşantılarında, inandırılmış oldukları “haklılık duygusu ve ahlaksal meşruluk” rahatlığı içinde, “kaynağı hep kendinde olan” bu sürecin tarafı kılınıyor.
Dolayısıyla günümüzde savaşlara ve çatışmalara son verilebileceğine hemen hemen kimse inanmıyor. Hatta “barış için mücadele edenler için taşınabilir tek umu,; soykırımları durdurma, savaşan tarafların uyması gereken savaş yasalarını ayaklar altına alıp çiğneyenleri adalet önüne çıkarma ve patlak vermesi muhtemel başka silahlı çatışmalar için görüşmelere dayalı alternatiflerin denenmesi amacıyla baskı yaparak, bazı savaşları önleyebilme ihtimali ile sınırlı kalıyor”².
Sesi elinden alınmış taraflılığı aşmak
1 Eylül Dünya Barış Günü, farklı ülke toplumlarının, toplumun farklı kesimlerinin sesi elinden alınmış taraflılığını aşması için bir başlangıç olabilir mi? Barış kavramının kendisine, barışın gerektirdiği koşullara hakim olmadan, barışın kendisine sahip olunamayacağının görülmesini sağlayabilir mi?
Hemen hemen tüm bilimler ve bilim disiplinleri, bir durum ve koşullar bütünü olarak savaş ile barışın doğasını kavramaya yönelik düşünceler, öğretiler geliştirmiş bulunuyor. Ancak tüm bu öğretilerin, Noam Chomsky’nin terörizm üzerine yapmış olduğu incelemelerde ortaya koyduğu “doğru bir yaklaşımı” değil; özellikle eleştiri konusu yaptığı “propagandacı bir yaklaşımı” temel aldıkları görülüyor.
İnsanlık tarihinin hemen her döneminde hakim olan propagandacı yaklaşım savaşı, “devletlerin veya insan topluluklarının birbirleriyle ilişkilerini belirlemede başvurdukları bir araç” olarak kurguluyor. Bu yaklaşımın, maksimum çıkar algılamasına dayalı mevcut düzen içerisinde, iktidar aygıtlarınca benimsenmesi pek şaşırtıcı değil. Ancak şaşırtıcı olan, bu yaklaşımın hemen hemen tüm ülkelerde, medya ve bilim çevreleri içinde büyük oranda kabul görüyor olmasıdır. Bu çevreler yaptıkları kuramsal çalışmalarla savaş nedenlerini ortaya koyarken; her türlü savaşa haklı ve meşru temeller oluşturmaya, ahlak ve siyaset felsefesi argümanlarıyla da güçlendirmeye çalışırlar. Hatta bunların çoğu, geliştirmiş oldukları “adil savaş” ile “adil olmayan savaş” tanımlamaları ile savaşa, adalet kavramı temelinde hukuken meşru bir çerçeve oluşturmaya çabalarlar. Bu yaklaşımın savunucularının, modern devlet tasarımını merkez alarak ürettikleri “realizm/siyasal gerçekçilik” bakış açısına göre; “hemen her savaş, devletin savaşa sırf kendi güvenliğini korumak amacıyla girmiş olduğunu gerekçe göstermesiyle” temellendirilebilir. “Savaş; dış siyaseti ilgilendiren, kullanımı adalet yoluyla değil ancak öngörüye dayalı önlemlerle gerçekleştirilen temel bir araçtır”. Bu yaklaşım savunucularına göre temel sorun; savaşın kendisi değil, devletlerin savaşta güç kullanımlarına belli sınırlamalar getirmek ve bu sınırlar içinde denetlenebilir durumda tutmak konusunda, ortak bir sorumluluk oluşturmak ve bunu uygulayabilmektir. Propagandacı yaklaşım bu temelde barış kavramını da; “ya düşmanlıkların geçici bir süreliğine askıya alındığı, ya da kavga ve çatışmanın olmadığı, savaş çıkma olasılığının artık korku uyandırmaktan bütünüyle çıktığı, o korkulu koşullar içinde süreklilik kazanmış bir huzur!” ortamını tanımlamak üzere kullanır.
Peki nedir barış?
Sorunun düğümlendiği nokta budur. Çünkü böyle bir yaklaşım, içinde bulunduğumuz koşulların gösterdiği gibi; ”kaynağı hep kendinde saklı bir süreç olan” savaşı, sürekli kılmak dışında bir işe yaramıyor.
Dolayısıyla konuyu ciddiye alan doğru bir yaklaşım izlemekle ancak, gerçek ve kalıcı barış koşullarına götürecek doğru bir yol oluşturulabilir. Doğru bir yaklaşım ile ancak, barışın ne olduğu sağlıklı bir temelde belirlenebilir, durum olarak özellikleri, gerektirdiği koşullar saptanabilir ve bunların sürekli ve kalıcı olarak gerçekleştirilmesi için eylem biçimleri oluşturulabilir.
Barışın ne olduğunu tanımlamak, öncelikle ne olmadığını ortaya koymakla mümkündür.
Bu anlamda barış, “sıcak bir savaşın, kavga ve çatışmanın olmadığı durum”³ demek değildir.
“Savaşmama / sıcak çarpışma içine girmeme, düşmanlığı geçici bir süreliğine askıya alma konusunda yapılan resmi bir anlaşma” da değildir. Yalnızca dış siyaseti ilgilendiren ve uluslararası hukukun çerçevelediği koşullar dizini hiç değildir.
Barış, insan hakları ile doğrudan bağlantılı bir koşullar bütünüdür. “Bir hukuk durumudur. Bir düzendir. Öyle bir düzendir ki kuruluşu, işleyişi ve ilkeleri dolayısıyla tarafların oluşmasına ve karşı karşıya gelmesine kendisi neden olmaz.”⁴
Zira aynı şeyle ilgilerinde iki taraf yaratmaz ve aynı şeyle ilgili olanların karşı karşıya gelmelerine yapısı gereği neden olmaz. Böyle bir düzenin kurulması ve sürdürülmesi ancak, insan haklarının bir ülkedeki (ya da dünyadaki) her insan için; hiçbir coğrafya, etnik köken, ırk, dil, cins, eğitim ve ekonomik durum, felsefi ve dini inanç ayırımı olmadan gerçekleştirilmesi ve korunması ile mümkündür. Bu haklar, insan onurunu oluşturan yapısal olanaklara herkesin sahip olmasını gerekli kıldıklarından; aynı zamanda “devletlerin her birinin toplumsal ilişkileri düzenlemesinde ve kamu işlerinin yönetiminde dayanacağı ilkeleri de” oluştururlar.
Buna göre iç barış, toplumsal ilişkilerin insanın değerinin bilgisinden türetilen insan hakları ilkelerine göre belirlenmesi durumudur. Uluslararası ilişkilerin bu ilkelere göre belirlenmesi ve bunların gerekliliklerinin yerine getirilmesi hali de, dünya barışını tanımlar.
Böyle bir düzenin oluşturulması ve hakim kılınması mümkün müdür?
Hiç şüphesiz evet. Bunun için öncelikle başka bir insan anlayışının yaygınlık kazanması ve başka bir politika kültürünün oluşturulması gerekiyor.
Bu insan anlayışı, “bu günkü koşullar içinde insan doğal yapısına uygun (…) ve insanın değerlerini, birbirleri aleyhine fazla beslemeden, aralarındaki dengeye iten bir insan anlayışı olmalıdır.”⁵ Sonra da siyaset ve uluslararası ilişkiler bu anlayış ve kültür temelinde, yeniden tanımlanmalıdır.
Böyle bir yapı-söküm ve alternatif yeni özelliklerin bulunup oluşturulması ile kazanılacak eylem biçimleri, ülke politikasında ve uluslararası ilişkiler alanındaki yeni realizmin (siyasal gerçeklik) felsefi ve politik bir eleştirisinin yapılmasına, temellerini yitirmesine, düşünce ve uygulama alanında yok olmasına yol açacaktır.
Bugün siyaset ve uluslararası ilişkiler alanından tartışılan “eleştirel dönüş” akımı, küresel modernitenin dünya üzerindeki hegemonyasının oluşturucu unsuru olan “ötekileştirme sürecini” etkin bir sorgulamaya tabi tutuyor. “Ötekiliğin” farklılık olarak tanınması açısından gerekli felsefi ve politik duruşu sağlıyor. Böylelikle güvenlik tanımını çatışmacı anarşinin bir yan ürünü olarak gören ve kimlik temelli çatışma karmaşıklığını algılamayan realist güvenlik tanımının aşılması ve kalıcı barışın sağlanması için bir olanak sunuyor.
Bu olanağı gerçekleştirmenin güçlükleri ortada. Rousseau’nun dediği gibi, “devletleri egemenlik yetkilerini kullanmaktan gönüllü olarak vazgeçmeye ikna etmek kolay değil... Hatta bu insafsız mahrumiyetlere katlanmaları için onlara teselliler bile önerilmediği bu durumda, bu ikna çok daha güç olabilir”. Ama barış istiyorsak, insanlık olarak bizlere düşen güçlükleri aşacak yollar bulmaktır⁶.
Ülkemizde durum
Ülkemizde tarihsel, sosyokültürel, siyasal ve ekonomik, demografik, sosyopsikolojik, hukuksal boyutların ve bağlamların iç içe geçtiği, farklı katmanları bulunan, çok yönlü yapısal ve toplumsal bir sorun olarak Kürt sorunu, halen çözüm bekliyor. Sorunun ifade ettiği olgu, durum ve imgelem oldukça güçlü bir şekilde toplumsal yaşamın bütününü, bu yaşamın gerçekleştiği tüm zaman, mekan ve hafıza boyutunu -boyutun hem aşkın hem de içkin bir öğesi olarak- doğrudan etkiliyor.
Fakat toplum olarak bizler, yarattığı sonuçların bunca ağırlığına rağmen Kürt sorununa, demokratik araçlarla, temel hak ve özgürlükler temelinde, toplumsal barışı kalıcı olarak sağlayacak bir çözüm bulma arayışlarına, çatışma ortamına son verecek koşulları oluşturma istemlerine, yeterli ölçüde sahip çıkabiliyor muyuz?
Bu istemleri demokratik ve barışçıl yollarla dile getiren kesimlere, karşılıklı empatiye olanak tanıyan, sağduyulu bir bakışla yaklaşabiliyor muyuz?
Asıl sorun bu!
Çünkü bu soruna toplumsal barışı kalıcı olarak sağlayacak ve tüm kesimlerin acılarına son verecek demokratik bir çözüm bulma olasılığı ancak, böyle bir yaklaşımın ve bakış açısının toplumsal yaşama hakim olmasıyla yaratılabilir.
Bu gibi sorunların çözümü için öncelikle, “insanın, kendini hasmının yerine koyması gerekir”. Taraflardan her birinin, diğerine karşı taşımakta olduğu tarihsel ve güncel tüm önyargılarını aşmasının tek yolu budur. Zira önyargılarını aşmak, insanın doğasında bulunan bir şey değil. Öteki gördüğümüzü kabul etmek, onu reddetmekten ne daha doğal, ne de daha az doğal. “Uzlaştırmak, birleştirmek, benimsemek, yakınlık kurmak, yatıştırmak bilinçli hareketlerdir. Sonradan elde edilen, öğretilen, geliştirilen hareketlerdir bunlar… Aklıbaşındalık, sebat, serinkanlı bir düşünce, usta bir eğitim, elverişli yasalar ve eksiksiz kurumlar gerektirir”.
Bizler Türkiye’de gerek bireyler olarak, gerek hukuksal bir insan kurumu olan devlet / iktidar olarak, böyle bir siyasi bilinç ve yapısal olanaklara sahip miyiz?
Siyasetin önündeki engelleri kaldırma, demokratik söylem biçimlerini ve eylem araçlarını çoğaltarak, farklı olan talepleri de demokratik gereklilikler çerçevesinde dillendirme olanaklarını sağlamak yönünde, yeterli bir istek ve irade taşıyor muyuz?
Hal buyken E. Krippendorf’un tüm insanlığa çağrısı bu yüzyılda daha da anlamlı hale geliyor! “Eğer barış istiyorsan, bugüne kadar sürekli savaş üretmiş olan toplumsal koşulları değiştir.” (NOB/HK)
Kaynakça
1- Realizm (siyasal gerçeklik), 20. Yüzyılın ilk yarısında Amerikan idealizmine karşı bir reaksiyon olarak algılanmakla birlikte, temeli, Hobbes’un görüşlerine, Machiavelli siyasal felsefesine kadar uzanır. Siyasal gerçekliğin özünde güç ve güç dengesi vardır. Söylemin yeni temsilcilerinden Spykman’a göre siyasal idealler ve görüşler güç yoluyla desteklenmeden gerçekleşemez. Niebuhr da, ulusal politikanın bir güç mücadelesi olduğunu, ulusal gücün ulusal çıkarların gerçekleştirilmesi bir araç olduğunu savunur. Bkz, Canbolat, İbrahim Savaş ve Barış Arasında Dünya (Korku ve Umut Arasında İnsan), Alfa, 2003, İstanbul.
2- Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, Agora ,2004,İstanbul ,s.3.
3,4,5- Kuçuradi, İoanna; Dünya Problemleri Karşısında Felsefe, Ankara, 1988, TFK, s. 67.68.
6- Canbolat, İbrahim Savaş ve Barış Arasında Dünya (Korku ve Umut Arasında İnsan), Alfa, 2003, İstanbul.
Bkz. Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Teorisi Üzerine Bir Derleme, Hz. Tolga Erdal, Fatih Durmuş, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996, s. 156.