Türkiye toplumu tarihten bugüne, birbirine içkin nedenlerle şiddet eğilimi yüksek bir toplum olma özelliğini taşıyageldi. Böyle bir toplumda yaşayan bireyler olarak da bizler, kolektif ve bireysel eylemliliğimizde veya görsel hafızamızda şiddetin en az birini ya da birkaç türünü – dönemsel olarak sürekli ve yaygın şekilde- deneyimleyerek yaşmak zorunda kalıyoruz*.
İçinde bulunduğumuz koşullarda, özellikle politik şiddetin dozu yükseliyor. Kişisel yaşamımızda uzlaşı, anlama ve sorunları şiddetsiz yöntemlerle çözme bilinci ve yeteneği kazan(dırıl)mamış olmak ayrı bir sorun. Otoriter ilişkilerin, erke dayalı hiyerarşik yapıların sert önlemlerle baskıladığı yaşam alanlarının ve derinleşmekte olan ekonomik krizin etkisiyle yoğunlaşan kaygı, tedirginlik ve tehdit altında olduğumuzu duyumsamak gibi nedenlerle şiddet kullanımı artıyor.
Bu şiddet ortamı da “ciddi bir halk sağlığı” sorunu boyutuna varmış bulunuyor!
Şiddetin toplumda bu şekilde sistematik hale gelmesi ve gittikçe yaygınlaşması, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) sürdürdüğü politika ve bu politikayı oluşturan, ona içsel olan anlayış ve uygulamalarla doğrudan ilgilidir. AKP toplumsal alandaki dinsel, ekonomik, etnik karşıtlıkları, farklı siyasal tercih ve demokratik eylemlikleri, insanları dost ve düşman olmak üzere etkili şekilde ayırmayı sağlayacak kadar güçlendirdi ve politik bir karşıtlığa dönüştürdü. Kendisiyle politik karşıtlık içinde gördüğü kesimleri siyaseten birer hasım olarak değil; temsil ettiği gelenekçi, muhafazakar, otoriter zihniyetin ahlaki kategorilerine göre; iyiye (biz) karşı, kötü (onlar) şeklinde tanımladı. Onlar olarak gördüklerini ötekileştirdi, adeta düşman muamelesi yaptı. Bu karşıtlık üzerinden insanları kendi izlediği siyasete seferber etmek amacıyla korku özneleri yarattı. Kendisini destekleyen çoğunluğun korkutucu şekilde harekete geçirilmesine dayalı gerilim politikaları oluşturdu.
AKP’nin yarattığı bu korku öznelerinin başlıca kategorisini de, kadınlar oluşturuyor.
AKP, kadınlar ve toplumsal cinsiyet eşitliği!
AKP erkek ve kadının onur ve haklar bakımından eşit olduğu ve yaşamın tüm alanlarında eşit muamele görmesi gerektiğini savunan cinsiyetlerarası eşitlik ilkesini reddediyor. (Bu reddiye; en yetkili ağızların söylemlerinde sıkça dillendiriliyor. Özel ve kamusal yaşamın, yaşamın içkin olduğu ilişki ve eylemlerin ve bunların geçtiği mekanların düzenlenmesinde temel ilke kabul ediliyor. Son olarak da, YÖK’ün 2016 yılında hazırlamış ve bir üst yazı ile tüm üniversitelere göndermiş olduğu “toplumsal cinsiyet eşitliği”ni esas alan ve “Yükseköğretim kurumları eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmalarına nasıl yer verir? Yükseköğretim kurumlarında toplumsal cinsiyet eşitliğinin kabul görmesi için neler yapılabilir? Yükseköğretim kurumlarının yöneticilerine, idari ve akademik personeline ve öğrencilerine toplumsal cinsiyet eşitliği farkındalığı kazandırmak için neler yapılabilir? Yükseköğretim kurumları cinsel taciz ve cinsel saldırıya karşı neler yapabilir?” sorularına yanıt oluşturan “Yükseköğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi”ni, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının “toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığı ve toplumca kabul edilmediği” gerekçesiyle iptal etmesi ve yerine aile kavramını temel alan, adalet temelli kadın çalışmaları müfredatını öngörmesi ile ortaya konulmuş oluyor.)
AKP, tarihsel ve toplumsal olarak var olan cinsiyet kalıpları ve rollerini, içinde yapılandığı iktidar ilişkileri doğrultusunda ve onları yansıtacak şekilde, gittikçe artan oranda dinsel/ İslami, kültürel ya da diğer geleneksel önyargılara göre yapılandırıyor ve biçimlendiriyor. Oluşturduğu bu İslami, eril toplumsal cinsiyet kurgusu (toplumsal cinsiyet kimlikleri) kadını; insansal özellik ve olanaklardan soyutluyor, kişi olarak hak öznesi konumunu, eşit, bütün ve tam olan varlığını parçalıyor; salt doğası/biyolojik farklılığı temelinde, “bedene dair bir imge’ye” dönüştürüyor. Kadının bu şekilde salt bedene dair bir imge olarak algılanması, düşünsel ve yaşamsal pratiklerde öğretiliyor ve kültürel süreçlerle de yaygınlaştırılıyor. Böylece “toplumda artık kadından bahsetmek, kaçınılmaz biçimde hemen onun bedenini anımsatır” hale geliyor. Bu algılamanın en önemli sonucu da ne yazık ki; bu bedene bakanın zihninde çıplaklığın doğması, çıplaklığın çağrıştırdığı tüm öğe ve olgulardan dolayı kadının suçlanması ve nihayetinde geleneksel, kültürel, dinsel önyargılarla (namus) kadının her türlü şiddet, cinsel saldırı, öldürme vb. vahşet uygulamalarıyla “cezalandırılması” (!) ve bu eylemlerin meşru görülmesi oluyor. (Şule Çet davasında sanık avukatlarının, uzman sıfatlı(!) bir erkeğe hazırlattıkları raporda yer alan: “Bir kadın bir erkekle tenha bir yerde alkol içmeyi kabul etmiş ve hele erkeğin yalnız yaşadığı evine, odasına giderek birlikte içmiş olursa, cinsel ilişkiye rıza göstermiş sayılır” söylemi çerçevesinde “kadının bakire olmaması, öğrenci iken çalışması, erkeklerle tokalaşması, gece dışarıda gezmesi” şeklinde geliştirdikleri ve mağduru yaşam tarzı, hak ve özgürlükleri üzerinden suçlayıcı savunma ve söylemlerinin yargıç tarafından dava dosyasına kabul edilmesi, bu anlayışın sonucudur.)
AKP’nin oluşturduğu bu toplumsal cinsiyet kurgusu ve yarattığı kadın algısı, kadın öldürümlerini arttırmak ve yaygınlaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal bilinç yapısında bu öldürümlerin meşru görülmesine zemin yaratıyor.
Bu kurgu ve algının diğer önemli bir sonucu da; erkeğin zihninde, kadının gerçek alanın, hatta varlık sebebinin doğanın düzeni biçimde, soyun yeniden üretilmesi ve bakılıp beslenmesiyle sınırlı olacak şekilde belirmesi oluyor. Böylece kadının insan olarak kendisiyle ve bedeniyle olan ilişkisi ve bu ilişkinin toplumsal tüm görünümleri, -dinsel/kültürel yönelimler ve iktidar ilişkilerini içkin olarak- annelik rolü üzerinden kurgulanıyor. AKP oluşturduğu ve beslediği bu kurgu ile kadının kamusal ve özel alanlardaki varlık biçimlerini; eğitim, iş olanaklarını, kariyer ve emeklilik dahil tüm hak kategorilerini bu annelik rolü üzerinden oluşturuyor. (Bu anlayışın sonucu olarak Türkiye’de 15-65 yaş arası 20 milyon kadın işgücüne dahil olamıyor. Kadınlarda işgücüne katılım oranı yüzde 34! OECD ülkeleri ortalaması yüzde 58. Türkiye’de 13 işveren meslek örgütünün başkanlarının hepsi erkek. Yedi yüksek yargı organında yalnızca 2 kadın başkan var. 81 il valisinin 2’si kadın! Akademik kadronun yüzde 44 ‘ü kadınlardan oluşmasına karşın, 176 rektörün yalnızca 17’si kadın. TBMM de 539 Milletvekilinin 75’i kadın. Üç milyon kamu personelinin yalnızca yüzde 37’si kadınlardan oluşuyor.**)
Bütün bu düzenlemelerde kadın; bedensel, cinsel bir nesne konumuna sokuluyor. “Sahip olunabilir/ ihlal edilebilir” olduğuna dair bir anlayış oluşturuluyor. (Ankara'nın Sakarya Caddesinde, yasal bir derneğin yaptığı basın açıklamasına katılan M.D adlı kadın üniversite öğrencisine, erkek polisin cinsel saldırıda bulunması fiilinin, biri etkinin( nüfuz) diğeri acının tümüne sahip olan o iki beden arasındaki o korkunç temasın, resmi ağızlardan savunulmaya çalışılması örneğinde olduğu gibi.)
AKP, bu anlayışı toplumsal yaşamın her alanına yerleştirmiş bulunuyor. Sorunun temelini ve yapısal koşullarını örten bu anlayışın ürettiği hukuksal düzenleme ve mekanizmaların sayısı artarken; aynı şekilde şiddet gören, öldürülen kadınların sayısı da artmaya devam ediyor. (Özgecan Aslan’ın 2015 tarihinde öldürülmesinden sonra, bugüne kadar geçen sürede 1158 kadın benzer şekilde öldürüldü! 2018 yılında öldürülen kadın sayısı 225.***)
Kadın haklar mücadelesi ve şiddetin önlenmesi
Kadına yönelik şiddet sorunsalı politik, kültürel, sosyolojik ve ekonomik olmak üzere, tarihsel, demografik ve kriminolojik yönü olan, çok katmanlı bir sorunsaldır! Çözümü de başka bir toplumsal yapının, farklı bir hukuksal, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel koşullar bütününün, farklı bir dinsel/kültürel yaşam anlayışının, yeni bir toplum yönetimi anlayışının hakim kılınması ile olanaklıdır! Kadına yönelik fiziksel, biyolojik, psikolojik, cinsel ve ekonomik her türlü şiddet eylemi, bir insan hakları ihlalidir! Bu şiddet kadın/erkek eşitsizliğinin yarattığı en önemli sonuçtur.
Toplumsal alanda her kesimden kadınlar, hak özneleri olarak, dokunulmazlıklarını güvence altına alan bir eşitlik olmadan bu sorunun çözülemeyeceğinin farkındalar. Bunun için de başka bir toplumsal yapının, farklı bir hukuksal, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel koşullar bütününün, farklı bir dinsel yaşam anlayışının, yeni bir toplum yönetimi anlayışının gerekli olduğunu biliyorlar.
Ve biliyorlar ki, böylesine kapsamlı yapısal ve düşünsel bir toplumsal dönüşüm ile ancak var olan toplumsal cinsiyet kurgusu değişebilir. Kadın bedeni ile onun kamusal sunumu, eşitlik temelinde yeniden yapılandırılabilir. Kadınların kendi vücutları üzerinde bağımsız karar verme hakkının temel bir hak olduğu anlayışı kurumsallaşabilir. Kadınlar için onları kişisel gelişim olanaklarından vazgeçmeye, belirli bir yaşam biçimini seçmeye zorlamadan, toplumsal kararlara katılmalarını olanaklı kılan pozitif eşitleme politikası hayata geçirilebilir. Kadınları toplumsallaştıran tam anlamıyla özümsenmiş bir haklar öğretisi, kadınların dokunulmazlığını ve cinsel kimliklerini bireysel ve toplumsal yaşam bağlamlarında koruyan bir tanıma politikası oluşturulabilir.
Bu politika kadına yönelik cinayetlerin, her türlü şiddetin önlenmesi için etkin, kalıcı ve bütünsel (şiddetin gerçekleşmeden önlenmesi, gerçekleşmiş ise sonuçlarının olabildiğince telafi edilmesi-giderilmesi ve bu fiillerin gerçekleşmeyeceği toplumsal koşulların yaratılması) tedbirlerin oluşturulmasında ve bir arada uygulanmasında; öncülleri ve norm oluşturma yöntemleri doğru belirlenmiş olan hukukun öncelikli bir araç olduğu gerçeğini kabul etmelidir. Ancak daha da önemlisi, bu vurguyu yaparken aynı zamanda, bu eylem biçimleri ile etkin mücadele için hukuksal düzenlemelerin tek başına yeterli olamayacağını; gerekli olan düzenleme ve önlemleri; hukuksal imkan ve tekniklerden ibaret görmenin, onların kapsamını ve normatif anlamlarını daraltmak olduğunu, bu bakış açısı ile oluşturulacak her türlü tutum ve yaptırımın yeterli, etkili, orantılı ve caydırıcı olmaktan uzak kalacağı, ancak geçici sonuçlar yaratabileceği gerçeğini de, çarpıcı, uyarıcı bir şekilde ortaya koymalıdır.
Dolayısıyla bu politika öncelikle; her bir bireyin, cinsiyet farkı olmaksızın kendi yaşam tasarılarını özgürce gerçekleştirebilecekleri koşulları sağlamayı; kadın, erkek ve üçüncü cins arasındaki fırsat eşitsizliği olmak üzere tüm eşitsizlikleri kaldırmayı; ücretli emek, ev ve eğitim işlerinin cinsler arasında adil dağılımını sağlamayı amaçlamalıdır. Bu çerçevede ivedelikle; erkek ve kadın eşitliğinin fiili olarak tüm toplumsal, kamusal alanda sağlanmasının devletin amaçlarından biri olduğu Anayasa’da düzenlenmeli; Anayasanın “Bütçenin Hazırlanması ve Uygulanması” başlıklı 161. Maddesine; “bütçenin oluşturulması, yönetimi ve kaynakların dağıtılması cinsiyet eşitliğini sağlayacak şekilde gerçekleştirilir. Kaynaklar bu amaçla cinsler arasında adil şekilde dağıtılır. Buna ilişkin düzenlemeler kanunla düzenlenir”. (Gender Budgeting) hükmü eklenmelidir. Bu anlamda modern hukuk devletlerinde (örneğin Avusturya’da olduğu gibi) toplumsal, kamusal alanda cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik bir hukuksal mevzuat oluşturulmalı; Cinsiyetlerarası Eşit Muamele Kanunu ve İş Alanında Kadın Erkek Eşitliğine ilişkin Kanun Annelerin Korunması Kanunu ve Cinsiyet Eşitliği Avukatlığı Kanunu; Orduda Görev Yapan Kadınların Eğitimi Kanunları hazırlanmalı, derhal yürürlüğe konulmalıdır. Bu konuda uzman mahkemeler ve Kadın Erkek Eşitliği Denetçiliği Kurumu (Ombudsaman) oluşturulmalıdır. Hükümetin kadın ayrımcılığının önlenmesi ve bu ayrımcılığın yarattığı mağduriyetlerin kaldırılmasına ilişkin politika ve icraatlarının değerlendirilmesine ilişkin yıllık rapor hazırlaması ve bu raporun TBMM ‘de görüşülmesi sağlanmalı, bu yönde bir yasal düzenleme yapılmalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının bu yıllık raporlarla ilişkin; görüş, öneri ve talepleri öncelikli olarak ele alınmalı ve değerlendirilmelidir.
Kadınlar, kişi hak özneleri olarak, yaşamın her alanında varlıklarını ve dokunulmazlıklarını güvence altına alan bir eşitlik istemiyle, bu eylemlilikte daima var olacaklar. Yalnızca 8 Mart’larda değil, her tarihte ve yaşamın her alanında. Çünkü asıl gerçeklik, Yeşim Arat’ın saptadığı gibi: “Kadınların dini bütün hayatlar sürmeye teşvik etmeden önce, kendi hayatlarına ve ne yapabileceklerine dair asli tercihlere sahip olmalarını sağlayacak koşulların oluşturulmasının mücadelesini vermektir. Bunun için de; dini kurallardan ziyade laik, eşitlikçi yasaların anayasal güvence altına alındığı bir siyasi bağlam oluşturma gereği ve zorunluluğu bulunmaktadır”.
Biz kadınların bunu bilmesi kimi, niye bu kadar tedirgin ediyor?
Bugüne anlam katanların anısına saygı, paylaştığım mücadele bilincine katkı olsun diye... (NOB/HK)
* KONDA Araştırma Şirketinin Ocak 2017 tarihli “Toplumsal Yaşamda Şiddet ve Travma” başlıklı araştırma sonuçlarına göre “ Türkiye toplumunun yaklaşık yarısı araştırma konusu olan 11 şiddet türünden en az birine maruz kalmıiş, en sık uğranılan şiddet yüzde 27 ile dayak. Yetişkin nüfusun en az 15 milyonu dayak, üç milyona yakını da işkence mağduru.”
** Kagider Başkanı Sanem Oktar “Kadın İş Dışına itiliyor” başlıklı söyleşi.Cumhuriyet,4.03.2019
*** BİA Erkek Şiddeti Çetelesi
Manşet fotoğrafı: Kandilli Kız Anadolu Lisesi müdürünün "Neden hiç Müslüman kadın fotoğrafı koymadınız? Neden hiç hadis koymuyorsunuz?" diyerek müdahale ettiği öğrencilerin hazırladığı 8 Mart panosu.