* Fotoğraf: Pixabay
Thimoty Snyder “Tiranlık Üzerine” adlı kitabında: “Gerçeklerden vazgeçmek özgürlükten vazgeçmek demektir. Duymak istediklerinizle gerçekte olanlar arasındaki farkı reddederseniz, tiranlığa boyun eğmiş olursunuz” saptamasında bulunur.
Türkiye toplumu, giderek ağırlaşan ekonomik koşulların, siyasal, sosyokültürel alandaki yapısal ve işlevsel sorunların, bu sorunların yarattığı yıkıcı sonuçların ağır baskısı altında bulunuyor. Çoğulculuk ve katılımcılık özellikleri ortadan kaldırılmış “tekçi” bir kamusal alan, yargı, yasama ve yürütme erkleri ile kurum ve kuruluşlarının işleyişi ve örgütlenmesi tek bir iradede toplanmış, şahsileşmiş bir devlet yapısından ve seçim zamanlarında sandığa gitmekten ibaret olan “biçimsel bir seçim demokrasisi” koşullarından çıkış yolu arıyor. Bu süreçte, yirmi yıldır her türlü politik, ideolojik söylem ve araçlarla beslenen taraftarlıkla AKP iktidarını destekleyen kitlelerde hızlı bir çözülme ve değişim gerçekleşiyor. Bu çözülme ve değişim, AKP’nin ‘umut dağıtabilme’ kapasitesinin artık sona ermekte olduğunu gösteriyor! Zira, AKP bu kapasitesini kullanarak, yirmi yıl boyunca ekonomik demokrasiye hiç değinmeden, derin toplumsal eşitsizliklerin ağırlığında yaşayan halka, “yaptıklarımızla size hemen eşitlik ve iyi yaşam koşulları sağlamasak da, gelecek için iyi bir yaşam umut edebilmenize olanak veriyoruz. Bizleri iktidarda tutmazsanız, yaşadığınız koşullara umutsuzca saplanıp kalacaksınız” diyordu. Ancak şimdi, bu söylemi inandırıcılığını yitiriyor, “umut dağıtabilme” kapasitesi bitiyor ve sanal gerçekliğin örtüsü aralanıyor.
Türkiye’de iktidar, kendi oluşturduğu sanal gerçekliğe, kendi politik görüş, söylem ve eylemlerine uymayan her türlü düşünceyi, bilgiyi ve haberi tehlike kabul ediyor. Bunları savunan, yazan kişileri, yayımlayan gazete ve televizyonları, radyoları “en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi, susturulması” gereken unsurlar olarak görüyor. Gandhi’nin; “düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak demektir. Bu ise rüzgârı zapt etmekten de zordur” tespitinde olduğu gibi, adeta “rüzgarı zapt etmeye, tüm “zihinlere gem vurmaya” çalışıyor.
Gazeteciler ve “Düşman Ceza Hukuku”
Bu koşullar içinde, belirgin işlevi somut, maddi eyleme karşılık verme olan ‘vatandaş ceza hukuku’ ortadan kaldırılıyor. Alman Ceza Hukukçusu Günter Jakobs’un tanımlamış olduğu; düşünceyi sorgulamaya ve bu sorgulamadan yapılan çıkarımlara dayalı niyet saptamalarına göre “tehlikenin önlenmesine/ bertaraf edilmesine” yönelik “düşman ceza hukuku” devreye sokuluyor.
Bu ceza hukuku anlayışının uygulamaları giderek “tüm hukuku ve her yurttaşı hedef alan” sistematik, yaygın insan hakları ihlallerine dönüşmüş bulunuyor. Zira “her yurttaş, her an bu uygulamaların olası bir objesi haline” getirilme, hukuken “kuşku ve hayati tehlike altında tutulma” tehdidi altında bulunuyor. İçinden geçtiğimiz süreçte, bu tehdidin en yoğun şekilde yöneldiği kesimlerden birini, basın ve elbette gazeteciler oluşturuyor.
Bugüne kadar örneklerini çokça yaşadığımız bu ‘tehdit’, son olarak Sedef Kabaş, Murat Ağırel, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Aydın Keser, Ferhat Çelik ve daha nice basın mensubunun yaşadıklarında (tartaklama, hedef gösterme, soruşturma, gözaltı, tutuklama, mahkum etme ve hapis cezaları) somutlaşmış bulunuyor. Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) bünyesinde bulunan Expression Interrupted Platformu’nun Raporuna göre, Türkiye’de 2021’in yalnızca üçüncü çeyreğinde bile, gazetecilerin sanık olarak yargılandığı toplam elli iki dava görüldü, bu davalarda yüz iki gazeteci hâkim karşısına çıktı. Yargılamalar sonucunda on gazeteci hakkında toplam otuz dokuz yıl on bir ay on iki gün hapis cezası verildi. On gazeteci hakkında da, dokuz yeni dava, en az on altı gazeteci hakkında da on üç yeni soruşturma açıldı.
Rapor verilerine göre davaların yanı sıra, gazetecilere yönelik fiziksel engellemeler, tehdit ve saldırılar giderek ağırlaştı. En az elli bir gazeteci polis ya da sivil kişilerin fiziksel saldırı veya engellemelerine maruz kaldı. Aynı dönemde en az on beş gazeteci gözaltına alındı, gözaltı işlemlerinin yedisi haber takibi sırasında gerçekleşti. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ve Basın İlan Kurumunun (BİK) ‘muhalif’ diye nitelendirilen medya kuruluşları, gazeteler ve gazetecilere yönelik uyguladığı idari ve mali cezalar, yayın ve akreditasyon yasakları da, basın özgürlüğünün önünde önemli bir engel oluşturmaya devam etti.
İfade özgürlüğü ve insan hakları
Tam da bu zamanda gerçekliği kavramak, başta düşünceyi ifade özgürlüğü ve onun gerektirdiği koşullardan olan ‘basın özgürlüğü’ olmak üzere, bütün insan hak ve özgürlüklerinin her birimizle zorunlu bağlantısını yeniden kurmak, hayati bir önem taşıyor. Çünkü, bu bağlantı sağlıklı kurulabilirse ancak, Türkiye’de düşünceyi açıklama özgürlüğü, basın özgürlüğü, gazetecilik ve haber alma hakkı alanlarında yaşananların, şahısların ve kurumların kimliğini aşan boyutu kavranabilir.
Bilim insanı ünlü felsefeci Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin deyimiyle, bir ülkede düşünceyi açıklama özgürlüğünün var olması; “herkese, egemen olan fikirlere, egemen tabulara ne kadar aykırı olursa olsun, yeni fikirler ve bilgiler getirme hakkının” tanınmış ve bu hakkın yasal güvenceye bağlanmış olması anlamına gelir. Yani bu özgürlük, “böyle bir fikir veya bilgi getiren bir kişiye, hiç kimsenin (herhangi bir devlet organının, yargıçların, polisin vb.) dokunamayacağının, mevcut ya da geçerli olanlara ne kadar aykırı olursa olsun, niteliği veya içeriği ne olursa olsun, onun başka haklarına zarar verilmeyeceğinin güvence altına alınmış olması” demektir. Açıktır ki bu özgürlük kapsamında “dokunulmaması ya da korunması gereken, yeni bilgi ya da düşünceler değil, bunları getiren kişilerin kendisidir”.
Dolayısıyla bu özgürlüğü savunmak, “bütün düşüncelerin, görüşlerin, normların değerce birbirinden farksız, eşit olduğunu öne sürmek” demek değil.
İnsan haklarına ters düşen, onlara zarar verdiği/vereceği anlaşılan düşüncelerin yayılmasını ya da böyle bir normun geçerli kılınmasını, teorik bakımdan savunmak anlamına da gelmiyor. Aksine bu özgürlük, “düşüncelerin, görüşlerin, bilgilerin niteliklerine göre çeşitli açılardan değerlendirmelere tabi tutulmasını, bilgisel açıdan değerlendirilmeleri sonucunda insan haklarına ters düştüğü, onları ihlal ettiği (veya edeceği) anlaşılan veya şiddete, silahlı direnişe ya da ayaklanmaya kışkırtıcı niteliği bulunan düşüncelerin öğretilmesi, yaygınlaştırılması ve propagandasının yapılması aşamasında kimi tedbir ve yasakların öngörülmesini kapsar. Ancak bu tedbir ve yasakların yeni bilgi ya da düşünce getiren kişilerin hiçbir hakkına zarar vermeyecek nitelikte olmasını da şart koşar.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de (AİHM), düşünceyi açıklama/ifade özgürlüğüne dair birçok kararında (özellikle Karataş/ Türkiye Kararı 1999) bu özgürlüğün; “demokratik toplumun ilerlemesinin ve her bireyin gelişmesinin temel koşullarından biri olduğunu” ve “yalnız taraftar bulan, zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devlete ya da nüfusun bir bölümüne kırıcı gelen, şoke eden ya da rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğunu” karara bağladı.
Mahkeme, yakın tarihte vermiş olduğu Ömür Çağdaş Ersoy/Türkiye kararında da; hakaret suçu açısından Cumhurbaşkanı’nın herkesten daha çok korunmasının ve Cumhurbaşkanı’na hakaretin (Türk Ceza Kanunu TCK 299), genel hakaret suçundan (TCK 125) daha ağır ceza ile cezalandırılmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ruhuna uygun olmadığını vurgulamıştır. Artun ve Güvener / Türkiye ihlal kararına atıfta bulunmuş ve Cumhurbaşkanı’nın itibarının korunması ile Cumhurbaşkanı hakkında görüş bildirme ve bilgi verme özgürlüğü karşılaştırıldığında, Cumhurbaşkanı’nın itibarının korunması amacıyla söz konusu özgürlüğü kullanan kişiye hapis cezası verilmesinin haklı bir yanının bulunmadığını belirtmiş, aksi tutumun, çağdaş uygulama ve siyasal kavramlarla bağdaşmayacağını karara bağlamıştır. Mahkeme, bir siyasetçi yönünden kabul edilebilir eleştirinin sınırlarının özel bir kişiye ilişkin sınırlardan daha geniş olduğunu yeniden vurgulamış, yetkililerin, kurumsal kamu düzenini korumak için ilk iş olarak ceza yargılamasına başvurmaktan geri durmalarının ve ceza yargılaması yerine, özel hukuk yaptırımları gibi başka seçeneklere yönelmelerinin gerekli olduğunun altını çizmiştir.
AİHM, Vedat Şorli /Türkiye kararında da, yukarıda aktarılan gerekçelerini tekrar etmiş, başvurucunun Facebook’tan paylaştığı bir fotoğraf ve bir karikatür nedeniyle Cumhurbaşkanı’na hakaretten (TCK 299. Madde) tutuklanmasını ve hükmün açıklanması geri bırakılmış olsa da, hapis cezasına mahkum edilmiş olmasını “başvurucu üzerinde, kamu yararı olan meseleleri gündeme getirmede caydırıcı etki yaratması nedeniyle” ifade özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirmiştir. Cumhurbaşkanı’na hakareti düzenleyen TCK 299. Maddesinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'yle ve ifade özgürlüğüyle bağdaşamayacağını belirtmiş, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 2004 tarihli “Siyasi Şahsiyetler ile Kamu Görevlilerinin İtibarı” başlıklı tavsiye kararını hatırlatarak; "Devlet, Cumhurbaşkanı'nın itibarını savunmayı amaçladığında, ona özel bir koruma ayrıcalığı geliştiremez" vurgusunu yapmıştır.
Farklı bir perspektiften bilgilenme hakkı
Mahkeme, düşünceyi ifade özgürlüğünün “ifadelerin yalnızca içeriğini değil, onların nakledilme biçimini” de kapsadığını belirtiyor. Dolayısıyla, “halkın farklı bir perspektiften bilgilendirilme hakkının” da düşünceyi ifade özgürlüğünün bir biçimi olduğunu, “devletin de bu özgürlüklere haksız (şiddete, silahlı direnişe ya da ayaklanmaya kışkırtıcılık niteliği taşıması halleri dışında) karışmama ödevi bulunduğunu da vurguluyor.
Toplum olarak “gerçeklerden”, dolayısıyla “özgürlüğümüzden” vazgeçmemek, ‘zihnimize vurulmak istenen gemlerden’ kurtulmaya bağlı! Bu da; “bilgilendirilme hakkına”, kalemini gerçekliğin erdemiyle donatmış, gazeteciliğin etik bilinciyle davranan bağımsız gazetecilere ve her alanda ‘sanal gerçeğin örtüsünü’ kaldırmaya çalışanlara sahip çıkmakla başlar! (NOB/AS)