Gecenin bu vakti, yani 10 Ocak pazar gecesi saat 23.00’te duydum hemşehrim dostum güzel adam Hançepekli Oşin Çilingir’in ölümünü. Ruhu şad olsun. Ne yazsam ardından yirmi yıl evvel, şehirden ayrılışının 40. senesinde şehre geldiğindeki günün hikayesinde yazdıklarımdan daha farklı olmayacaktı. O sebeple o yazıyı lütfen Oşin Çilingir’i uğurlama yazısı olarak kabul edin...
10 Ocak 2021 pazar saat 23.00 Diyarbekir
Kırk Yıl Sonra Oşin Çilinger'le Diyarbekir
26 Ekim 2002 / Şeyhmus Diken
Diyarbekiri sorma, şad akmıyor artık.
Senin bildiğin şehir şadumandı,
Şarkıdaki nağmelerde kaldı.
Hançepek demiştin ya, boşuna arama
"Gavur"u gitmiş, mahallesi kalmış (mı?).
Oşin Çilingir'i tanır mısınız? desem, yanıtınızın beni tatmin etmeyeceğini adım gibi biliyorum. Nereden tanıyacaksınız ki 1957'de Süleyman Nazif İlkokulunu bitirir bitirmez Diyarbekir'den ayrılmış. 1965'lerde bir günlüğüne liseden bir grup arkadaşı ile kentine gelişini saymazsak, neredeyse elli yıldır İstanbul'u mesken tutmuş kadim şehir Diyarbekirli bir beni adem Oşin...
Oşin'i ben haftalık Agos gazetesindeki yazılarından tanıdım. Her hafta okuyordum da hemşehrim olduğundan bi haberdim. Taa ki "Dedem" başlıklı yazısını okuyuncaya kadar. Anladım ki, Diyarbekirliymiş, hem de Liceli, dedesi Lice'nin Ermenilerinden. Bir başka hemşehrim hem de mahallelim, Mıgırdiç Margosyan'ın "Gavur Mahallesi"nde de anlattığı Zangoç (Jamgoç) Agop. Surp Giragos Kilisesinin çan çalıcısı, işte o dede.
"Kafle zamanı" (apar, topar mecburi göç zamanı) önce Diyarbekir'e, ardından İstanbul'a daha sonra da New York, Amerika'ya göç. Kısacık insan "ömrü hayatında" üç göçtür Ermeni kilisesinin zangocu varbed (üstad) Agop dedenin kısmetine düşen.
İşte 1945 doğumlu Oşin'in gündelik hayatla ilk tanışıklığı dedesinin yemenici dükkanında başlar. Dükkana gelen Kürt müşterilere bir taraftan yemeni diken dede, diğer yandan da bir köşede yemeniler için ip mumlayan Oşin'in adeta bir oyun mizanseniyle yetimliğini acındırmakta.
Oşin'e bahşiş koparmaktadır. Küçük Oşin'in canına minnet. Diyarbekir'in kavurucu yaz sıcağında dondurma paraları çıkarken, nüktedan dede Agop da çıraklık ücreti vermekten kurtulur.
Yıllar sonra son göç mekânı New York'ta hayata noktayı koyan Agop dedenin Amerika'dan da bir öyküsü var. New York'ta bir apartman dairesinde son günlerini yaşayan dedenin paranın tanrısal kimliğe büründüğü bu kapitalizmin cennetinde! belki de hayata attığı son çalımdır.
Agop dede canının sıkıldığı kimi günler bastonunun yardımıyla alır başını gidermiş. Parklarda dolaşır, evinden bir hayli uzaklaşır, kaybolmaktan da hiç ürkmezmiş. Yorgun düştüğünde bir polis arabasına yanaşır, yarı Kürtçe yarı Ermenice, az biraz da Türkçe'yle karışık polislere kaybolduğunu ve evine dönmek istediğini anlatmaya çalışırmış.
Festivale olmadı, Sanat Merkezi'ne
Arada polislere Ermenice bir iki okkalı küfür savurmaktan da geri durmazmış. Doğal olarak bu konuşulanlardan hiçbir şey anlamaz ve dedeye, adını adresini sorarlarmış. Agop dede işin kıvamına geldiğine kanaat getirince cebinden evin adresinin yazılı olduğu kâğıdı çıkarır.
Uzatıverirmiş polislere. Polisler de dedeyi arabaya alıp evine bırakırlarmış.
Kuşkusuz daha başka hikayeleri de var Oşin ve dedesinin. Ama biz asıl yıllar sonrasının memleket ziyaretine gelelim.
2002 Mayısında düzenlenen Diyarbakır 2. Kültür ve Sanat Festivali'nin Diyarbakırlı şair ve yazarlar buluşması programına davetliydi, Oşin Çilingir. Çok uğraşmıştım gelmesi için. Ama son anda telefon açıp bir yurt dışı seyahatini gerekçe göstererek gelmemişti. Nereden bilebilirdim ki asıl gerekçe yıllar, yıllar önce ayrı düşülen kentiyle yüzleşme korkusuymuş gelmeyişin asıl nedeni...
Ama bir kez kentinin silueti düşüne girmişti Oşin'in, iflah olmazdı artık. Bu davetin üzerinden birkaç ay geçmeden bu kez Diyarbakır Sanat Merkezi'nin açılışı nedeniyle gelecekti Oşin memleketi Diyarbekir'e. Günlerce uyuyamamak kaygısı adına bu gelişi göze alacaktı.
Ve bunun en belirgin tanıklığı da ancak akşam karanlığında Diyarbakır'a inecek uçakta yanında oturan sinemacı dostu Sabahattin Çetin'e sorduğu soruda gizliydi. "Yarın ne kadar sürer Sabahattin." Yanıt ironikti; iki gün sonra bir seanslığına Diyarbakır'da oynayacak Yunanlı yönetmen Theo Angeloupulos'un filminin ismiydi adeta : "Sonsuzluk ve bir gün".
Ve gelmişti işte şehrine, Diyarbekir'e. Hemen de aramıştı beni. Programı yapıp bir grup dostla düştük Diyarbekir Küçelerine Oşin'le.. Oşin de biliyordu ki, bu şehir çok eskiydi ve gizemliydi. Atılan her adım binler yıllık surların gölgesi altında kalıyordu. Bilgeydi bu kadim şehir ve suskun kalmayı yeğlemişti, kal u beladan beri. Bunu en iyi bilenlerden biri de Oşin'di tabii ki. Zamanın binler yıla yaydığı kalın derisinden sadece duyumsayabilenlere sızan seslerin fısıldak bekçisiydi belki de bu surlar bu ebedi şehir.
Ama Oşin, hemen yanındaki "bizler"e karşın sanki yapayalnızdı bu koca şehirde. Çoklar arasında tek olmayı yaşıyordu. Geçmişte yaşananların sorumlularını arıyordu daracık sokaklarda.
Biliyordu belki de geçmiş yaşanılan o anın içinde miydi ? ne. Zaten onunkisi de gelip geçici bir konukluktan öteye geçmeyecek gibiydi. Ama bu birkaç günlük konukluk, ayrılığın hüzünbaz acısından başka ne yükleyebilirdi ki Oşin'e...
Kırk yıl önce çocuk belleğiyle derli toplu bıraktığı kentinin hüzün yüklü perişanlığı ne de çok hırpalamıştı Oşin'i. Teselli de kentinin bekçiliği adına bana düşmüştü. Zaman bu perişanlığı toparlayabilir miydi acep?
Bir zamanlar kültürler mozaiği olan bu şehrin, zamanın ve insan soyunun haşin elleri arasında kültürler mezarlığına dönüşmesinin hesabını kime sormalıydı. Ama çılgınların, fanatiklerin egemenlik haklarını kullandıkları yerlerde ve yaptıkları işlerde mantık aramak beyhude bir çabaydı işte. Yine de insan teki umudunu yitirmemeliydi. Oşin'e o anı yaşarken düşen de buydu belki de.
Umudunu yitirmek istemiyordu Oşin. Ama acıyı da an be an yaşıyordu işte. Her tanıklık bir başka acıyı beraberinde getiriyordu. İlk önce Sur içinin tam da orta yerindeki görkemli yapı eski Mar Toma Katedrali, 1400 yıldan bu yana İslam aleminin beşinci Haremi Şerifi olarak anılan Ulucami'de hüzün yaşandı.
Yapı olanca görkemiyle yerinde duruyordu da! Camiyle eski Belediye binasının önünde tarihi meydandaki asırlık çınar ağaçları ve havuz nereye gitmişti. Anlattım Oşin'e, "kentleşme" adına yer altı çarşısı yapmaya kurban edilmişti, kimliksizlerce.
Sonra Balıkçılarbaşı civarındaki evine doğru yürüdük. Kırk yıl sonra Savaş Mahallesi, Şeftali Sokak dört numaradaki evini eliyle koymuş gibi yerinde bulmuştuk. Kapının Şakşakosunu çaldık. Acaba içeri girmemize izin verirler miydi?
Ne de olsa gündüzdü, muhtemelen evin erkekleri evde yoktu. Eski Diyarbekir evlerinin ahşap kapılarında zil olmazdı, halen de yok. Demirden yapılma genellikle kuş kafasına benzer, usta ellerden çıkma, iki demirin birbirine çarpması sonucu ses veren şakşakoydu çaldığımız. İşte çalınan o şakşakonun sesine evin kadını kapıyı açarak yanıt vermişti. Durumu anlatınca anlayışla karşılayıp eşi evde olmadığı halde eve buyur etti. Evden içeriye adımımızı atınca bir başka heyecan yaşandı. Yıkılmamıştı. Ev yerli yerinde duruyordu da. Epeyce değişikliğe uğramıştı.
Anlattı Oşin sırayla yapılan değişiklikleri. İlk göze çarpan avluda olması gereken havuzun yokluğu oldu. Havuzun üzerine neredeyse bir metre yüksekliğinde bir beton blokaj dökülmüştü. Odalardaki değişikliklere karşın Oşin'in yaşadığı yıllara ilişkin ipuçları görülebiliyordu.
Dört yıl önce Mardin'in Nusaybin Dört yıl önce Oşin'in eski evinde doğan Gökhan'la kırk yıl önce evini ve kentini bırakıp giden Oşin'in beraberliği görülmeye değerdi. Bir fotoğraf karesinde kalıcılaştırılmalıydı. Sordum duygularını Oşin'e : "Kurşunu yemiş ama acısının, yarasının henüz farkına varmamış biri gibiyim" demişti. Eski evin eski yapısı kaybolmuştu ama gizlediği öyküler, Oşin'in ağzından bir bir ortaya çıkıyordu. "En çok şu eyvanda süt beyaz kedilerim Sümbül ve Tekirle oynadığım anlar şu an anımsadıklarım." Evden çıkarken bir de kapıda hatıra fotoğrafı olmalıydı. Bu arada karşı küçe çıkmazdaki (çıkmaz sokak) yine bir Ermeni meyhaneci Bro'nun evini de hiç değilse dışardan göstermeyi unutmamıştı. Ne de olsa komşu hatırına sayılmalı. Hani muhabbetle içilen bir acı kahvenin kırk yıllık anısı aşkına. Sonra hemen bitişikte bir ön sokaktaki Surp Giragos Ermeni Kilisesi'ne doğru yönümüzü çevirdik. Sokağın başındaki tabelaydı bu kez en çok ilgiyi çeken. "Savaş mahallesi, Göçmen Sokak". Ama tabelanın bazı harfleri düşmüştü. Sanki birileri Oşin'in geleceğini bilerek kasten mi yapmışlardı, ne ! Geriye "Savaş ma , Göç "yazısı kalmıştı. Bu duygularla girdik kiliseye. Karşımızda son mohikan Anton dayı, Antranik Zor. Yarının ne kadar süreceğinin yanıtı olan sonsuzluk ve bir gün kadar sözü belki de kilisenin bahçesinde Oşin'in Anton'la yaptığı Ermenice sohbette ifadesini buluyordu. "Ana dilimi konuştuğum nadir anlarda mutlu olabildim" diyordu zangoç Agop'un torunu, Hanna'nın oğlu Oşin Çilingir. Kendi toprağında, kendi kentinde, bahçesinde koşturduğu kendi kilisesinde ve kendi cemaatinden hem babasını hem de dedesini tanıyan Anton'la kendi dilini konuşmaktı sonsuzluk ve bir günün, ya da o anın ifadesi. Sonra yeniden surlara , Oşin'in okuluna doğru yürümeye koyulduk. Oşin'in bakışlarında öylesine bir ifade gizliydi ki her şeyi anlatmaya yetiyordu. Bu şehirde yaşamak gizli bir cennette yaşamaya benziyordu, demeye getiriyordu. Dehşetli bir çekiciliği vardı bu şehrin. Belki de bunca yıl uzak kalışın sırrını bu nedende aramak gerekti. Ve yürürken sanki bütün şehir, sokaklar ona bakıyor, onu izliyor gibi sürekli etrafına bakınıyordu Oşin. Ama bunun ne önemi vardı, Diyarbekir küçeleri o denli dardı ki, Oşin'in gözyaşları fark edilmiyordu bile. Nihayet okuluna, Süleyman Nazif İlkokuluna vardık. Okuduğu sınıfları birlikte gezdik. Ama o da ne ? Sınıfının penceresinden her baktığında gördüğü bahçedeki havuz yoktu. Sordu? Yanıtladı okulun bekçisi. Evet havuz vardı. Bazalt taştan, güzel bir havuzdu. Ama içi toprakla doldurulup sonra da betonla kapatılmıştı. Ne hazindi. Kaybedilen değerlerde hüzün vardı. Ama ortamı yumuşatmak da bunca yılın dostu Nadire Mater'e düşmüştü: "Ne şanssız adamsın Oşin be, çocukluk havuzlarının hiçbirini yerinde bulamadın." O denli mütevazı bir kişilik sergilemişti ki Oşin ben de böylesine şaşmıştım. Neredeyse haftanın her günü İstanbul'da beraber olduğu benim de dostlarım olan arkadaşları, birkaç ay önce Aras Yayınları arasında çıkan "İçimizdeki Kara Delik" kitabını da benden duyup şaşıracaklardı. (*) Ve yıllar sonra geldiği şehrinden ayrılırken, surların içindeki eski zarif kentte, bugün kentin dokusu düşünülmeden yükselen dışı sıvasız, kimliksiz çok katlı yoksul binalar, "birbirine dayanmış yaşlı insanların kışın ürkütücü acımasızlığına karşın arada bir gözüken güneşle ısınmaya çalıştığı" görüntüydü belleğinde kalan. Ve Oşin'e düşen Tevrat'tan Yeremya'nın mersiyeleri’ydi: "O şehir ki, halkla dolu idi, tek başına nasıl oturuyor! Halklar arasında büyüktü, dul kadın gibi oldu! Ülkeler arasında bir emire idi, haraç veren oldu! Geceleyin acı acı ağlıyor ve göz yaşları yanaklarının üzerindedir. Bütün onu sevenlerden kendisini teselli eden yok; Bütün dostları ona ihanet ettiler; düşmanı oldular." (ŞD) * Oşin Çilingir, İçimizdeki Kara Delik. Aras Yayınları.Mart 2002. İstanbul