Antakya’dan geçmiştim Şam’a. 2010 yılının şubatıydı.
Uzun süren bir araba yolculuğunun ardından gece 11 sularında Şam’ın “eski şehir” denen bölgesindeydim.
1950’lerden kalma bir otele eşyalarımı bıraktım ve gece gözüyle Şam’ı görmek için dışarı çıkmaya karar verdim.
Şam, her Orta Doğu şehri gibi eski ve yeni arasında bölünmüş bir şehir. “Yeni şehir” denilen bölgesinde vitrindeki göz kamaştırıcı macaronların yer aldığı Fransız pastaneleri, ışıltılı caddeler, “fast food” dükkanları yer alıyor. Şam’da bu denli Avrupai bir taraf oldukça sürpriz oldu bana.
Kış güneşi, yaz yağmuru nasıl sempatikse, Şam’daki bu tezatlık da hiç fena değildi.
Ancak dolaşmak istediğim yer elbette eski şehir.
Hamidiye çarşısına doğru yürüdüm, çarşı bitince Bizans kalıntıları el ele verdi ve sonrasında Emevi Camii ve Hristiyan mahallesi…
Aynen öyle yazdığım gibi. Sırayla…
Zaman tünelinde yürüyormuşsun gibi.
“Zaman tüneli” dediysem aklına ilk facebook zaman tüneli gelmesin.
Camiinin kapılarından birinin önünde gençler duruyordu, yaşları 15-17 arasında değişen.
“Camiinin avlusuna bakabilir miyim?” dedim. “Camii kapalı, gündüz gelin” dediler.
“İçeri girmeden sadece birkaç saniyeliğine bakmak istiyorum” dedim.
Araladılar kapıyı. Birkaç saniye sonra da kapattılar.
Bakış o bakış. İlk görüşte aşk!
Çok ülkeden, çok şehirden geçti yolum. Gözlerim, ellerim çok mimari yapıya dokundu.
Camilerin özel bir yeri de yok hayatımda, kiliselerin de yok ya da dini olan/olmayan başka mimari yapıların da. Ama burası, bu camii, gecenin o ışıltılı örtüsü…
Beynime çakıldı görüntüsü, duygusu, dokusu. Bu çakılmayla zihnim onlarca imgeye demir attı.
Öyle zenginleştim bir anda.
Öyle genişledi içim. Bir şehri içime alabilecek kadar, içimden bir şehir yaratabilecek kadar…
O gece uyku tutmadı beni. Sürekli bir kıpraşma hali. Bir o yana bir bu yana.
Bir an önce sabah olsun da görsem orayı tekrar diye.
Ertesi gün olduğunda sabah erkenden oraya gidip uzun saatlerimi o avluda geçirdiğimi hatırlıyorum.
Şimdi yıl 2017, aylardan yine şubat.
İstanbul’dayım.
Sağanak bir yağmurun şehri esir aldığı kasvetli bir gün.
Şam fotoğrafları düşüyor zaman tünelime. İşte şimdi aklına facebook zaman tüneli gelebilir.
Kanayan bir Şam şimdi orası. Yok olan bir Şam.
Yakılmış, yıkılmış bir şehir.
Ah ki ne ah halimize, tüm insanlık olarak.
Bu çöplüğe dönen gezegende biz iflah olmayız artık, olamayız.
Korkuncuz.
Kokuşmuşuz.
Dışarıdan gelen kokular içeriden çıkmıyorlar.
İçeride apse yapıp ölümcül korkulara dönüşüyorlar, tüm dünyayı basıyorlar.
Ve ben bu basma halinde çarşının içindeki Bakdash’da yediğim muazzam muhallebileri, dondurmaları düşünüyorum. O yüksek tavanlı dükkanı, dükkanda asılı kalmış vanilya kokusunu, o dükkana giren çıkan çocukları hatırlıyorum.
Ne oldu şimdi o dükkana, o çocuklara?
Ne oldu o camiye? Hristiyan mahallesinden yükselen o büyülü müziklere?
Orada bir Şam vardı ve ben onu kalbimle gördüm.
Bir daha gidilemeyecek bir Şam bıraktılar geriye.
Şimdi yitik bir şehri özlüyorum ben. Bu kalp ağrısı Şam’dan hatıra… (TI/HK)
Fotoğraflar: Cenk Gençdiş