Bu sevgide tüm sevgilerim, sevebilme gücüm var.
Gelecekteki sevgileri de yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de.
Tezer Özlü
Akdeniz’e tepeden bakan bir kalede ortaçağı kovalıyor zihnim.
Bu ortaçağ kalesinin içine konumlanmış bir köyün milyonlarca yıllık izlerini sürüyorum hayalimde… Kelimelerin, bakışların, gülüşlerin, susuşların dokusunu duyumsamaya çalışıyorum.
Buranın çıkmaz sokaklarında, dar yokuşlarında, ıssız tepelerinde, terk edilmiş evlerinde geziniyorum.
Yüzyıllardır biriken aşkların, acıların, özlemlerin başını okşuyorum.
Köyün ruhunu üflüyorum gövdeme. Kalbim diriliyor.
Tanrıların katında binlerce yıllık rüzgarla sevişiyorum, her sabah bir güneş doğuruyorum evrene.
İçim yanıyor, yandıkça çoğalıyorum.
Bir kez olsun "gerçekten" hayal ettiyseniz bir kenti, onun kodlarındasınızdır artık. Kentin hafızasına girmişsinizdir. Ve bu hafıza her seferinde aklınızı başınızdan alır. Hiç vakit kaybetmeden size ait ya da sizin ona ait olan parçasını getirir koyar önünüze, "seni unutmadım, işte buradaydın/buradasın" dercesine…
Kentlerle ilişkiler başlar ama bitmez bu yüzden.
Kimi coğrafyalar vardır; gitmezsiniz ama bilirsiniz. Orası öyle çeker ki sizi, bunu asla basit bir “arzu”yla tanımlayamazsınız.
Roland Barthes, her keşfin yoğun, bir o kadar da kırılgan olduğunu, yalnızca kişide bıraktığı izde bulunabileceğini söyler. Ve ekler; “Bir yeri ilk kez gezmek, o yeri yazmaya başlamak gibidir. ”
St. Paul De Vence…
Mehmet Güreli’nin hayalinin peşine düşmeden önce bilmezdim burayı.
Belki Güreli de Picasso, Matisse, De Beauvoir, Sartre, Chagall’in peşine düşmeden önce bilmiyordu.
Hayaller hayallere iliklenince yeniden inşa ediliyor adına “yaşam” dediğimiz şey.
İşte bunun içinden de sanat geçiyor.
Mehmet Güreli, bir hayal elçisi.
Fırçasıyla, kalemiyle, sesiyle, bakışıyla…
Zihninizde açtığı sayısız pencereyle içinizi havalandırmasıyla… O havadarlıkta kendi yaratıcı ritminizi bulmaya yardımcı olmasıyla…
Nisan ayı Güreli’nin doğduğu ay.
Kendisi varoluşunu üretkenliğiyle kutsama ve bu kutsayışa bizi de dahil etme halinde… İyi ki var.
Önce “Dört Köşeli Üçgen” filminin İstanbul Film Festivali’nde gösterilmesi, ardından “St. Paul De Vence Günlüğü” adını verdiği sergisinin Doku Sanat Galerisi’nde başlamasıyla bizleri masallar arası yolculuklara sürüklüyor.
Güreli’nin “Gölge” den sonra çektiği ikinci uzun metraj sinema filmi olan ve senaryosunu Görkem Yeltan’ın kaleme aldığı “Dört Köşeli Üçgen”, Sâlâh Birsel'in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlandı.
Filmde bir tütün deposunda bekçilik yapan bir adamın etrafındakiler tarafından iflah olmaz bir “gözlemci” olarak tanımlanmasıyla yaşadıkları anlatılıyor.
“St. Paul De Vence Günlüğü” ismini verdiği sergisi ise başka bir zamana ait olduğunu düşündüğüm, ürkek bakışlı, zarif duruşlu, beklentisiz, kırılgan ama her daim umutlu Güreli kadınlarının/erkeklerinin fısıltılarından oluşuyor.
O fısıltıların Güreli’nin müziğini de oluşturduğunu fark ediyorsunuz.
St. Paul De Vence, Mehmet Güreli’nin henüz görmediği ancak hayal ettiği bir yer.
Gerçekte Güney Fransa’da var olan ama Güreli ve dolayısıyla bizler için düşsel bir köy orası.
Tuvallerinde kurduğu öykülere, bir kafeden yükselen caz ezgileri ve tarçınlı kurabiye kokusu eşlik ediyor.
Arnavut kaldırımlı yokuşlarda topuklu ayakkabılarıyla sessizliği bozan kadınların ve fötr şapkalı adamların yüzüne sokak lambalarının sarı ışığı vuruyor.
O sarı ışık, bizi iyi şeylerin olacağına inandırıyor.
İçimizdeki masal kahramanlarına sarılabilme cesaretini veriyor. (TI/EKN)
* Sergi 8 Mayıs’a kadar Nişantaşı’nda yer alan Doku Sanat Galerisi’nde gezilebilir.