Beyoğlu. Ya da daha sevdiğim adıyla Pera.
Çocukluğumun, ergenliğimin, üniversite yıllarımın, pek sevdiğim öykülerin, şiirlerin, kavuşmalarımın, kavuşamamalarımın, kalabalıklarımın, yalnızlıklarımın baş mekânı.
Aklımın erdiği ilk buluşmalarımın, ilk ayrılıklarımın, ilk özlemlerimin kalp sıkışıklığı.
İlk özgürlüklerimin, Gezi’yle birlikte ise ilk kahramanlıklarımın toplanma yeri.
En azından İstiklal Caddesi’nin o ağaçlı yıllarının, Tünel’deki Gramafon’un kapanmadığı, AKM’de opera izleyebildiğimiz zamanların, Asmalımescit sokaklarında biralarımızı içebildiğimiz akşamların, kalabalık meyhanelerin, Emek, Alkazar sinemalarında film izleyebildiğimiz günlerin içinden geçtim, geçebildim.
Gençliğimin bir kısmı yetti buna. İyi ki daha geçmişinde yaşamamışım. O zaman eminim ki daha acı olurdu.
Gençliğimin diğer kısmı ise, bir cesedin üzerinde geziyor sanki, bu caddeye her çıkmak zorunda kaldığımda. Aradan çok fazla yıl geçmemesine rağmen kendimi çok yaşlı hissetmeme yol açıyor artık burası. Elbette her şey değişiyor, dönüşüyor ancak burasının geçirdiği bu hızlı, yıkıcı değişime adapte olamıyorum.
Yine yolumun mecburen Beyoğlu’na düştüğü bir gün.
Anılarım hortluyor buraya her adım atışımda. Hortladıkça dev bir yabancılaşma hissiyle kalakalıyorum.
Tanıdıklık, yerini tekinsizliğe bırakıyor.
Başka yüzler, başka diller, başka alfabeyle yazılan dükkan isimleri, inşaatlar, estetikten yoksun camekanlar, görgüsüz bir ışıltıya sahip olan dükkanlar…
Saç dipleri kanlı adam kafaları.
Kocaman cadde tüm ara sokaklarıyla birlikte el değiştirmiş sanki.
Hoyrat, kaba, kıymet bilmez, vefasız, inceliklerden yoksun birinin damarlı eli bu.
Anısı olan hiç bir şeyin nesnesi yok artık burada. Bu dış dünyanın nesnesizliği, iç dünyama da sirayet etse belki o zaman daha az acı çekerdim. Ne yazık ki öyle olmuyor. Dış dünyadaki nesnesizlik ne kadar artarsa iç dünyam o anıları canlandırmak adına içeriden bir o kadar malzeme çıkartmaya çalışıyor. Eski defterleri birer birer önüme koyuyor.
Birkaç tanıdık mekân bulsam da derdimi yazsam oralarda… Birkaç tanıdık yüz, birkaç tanıdık tat çıksa da şu acılı yabancılaşma hissimi ortadan kaldırsa…
Kaybettiğim, yarım bıraktığım, artık çok geç olan her şey paketlerinden birer birer çıkmaya başlıyor.
Ellerim kollarım doluyor, bacaklarım ağırlaşıyor, taşımakta zorlanıyorum, asfalta döküp saçmaya başlıyorum çıkanları.
Ve cadde, tüm bu açılan paketlerle dev bir çöp yığınına dönüşüyor.
Kalp atışlarım hızlanıyor, nefesim yetmemeye başlıyor.
Yabancılaşma tüm var oluşumu işgal etmeye başlıyor.
Ölmüş bir yer artık burası. Ve ben her seferinde bu durumla yüzleştiğimde benzer tepkileri veriyorum. Dev bir kayıp söz konusu olan. Yasımı tutmuş muyum hiç bir fikrim yok.
İlla yitip giden insanların arkasından yas tutulmaz ya. Kaybolan mekanların da yasını tutmalı. Onlarla vedalaşmalı. Bu belki de bir vedalaşma yazısı olmalı. Çok geç kalmış bir vedalaşma yazısı.
Beyoğlu’nda hala yaşatmakta ısrar ettiğim tüm vedalaşamadıklarımla son bir bakışma yazısı.
Artık buradan kısmen de olsa uzakta oturuyorum.
En azından ortadan bir deniz geçiyor.
Beni yaşadığım yere götürecek vapura bir an önce kavuşmak istiyorum.
Deniz köpürmeye başlıyor az ileride. Göremesem de biliyorum.
Arkamdan gelen tramvayın zilini duyuyorum.
Ama hayali bir tramvay bu. Zira artık tramvay bile yok. Tramvaya asılan çocuklar da yok.
Tedavülden kaldırılan bir Beyoğlu var.
Yeni adı Betonoğlu. (TI/EKN)