Berduş'a
Son zamanlarda sosyal medyada dolaşan can sıkıcı, ruh daraltıcı haberleri, fotoğrafları görmüşsünüzdür. Hangisini diyeceksiniz haklı olarak. Hayvanların kulaklarını kesen, hayvanlara işkence eden insan müsveddelerinden bahsediyorum. İnsan kendi türüne dair olan inancını, umudunu kaybedecek noktaya geliyor bazen. Ama sonra hayatın döngüselliği imdadımıza yetişiyor da insana başka şeyler gösteriyor hemen, umut tazeliyor. Bu “başka” şeylerden biri geçtiğimiz hafta izlediğim “Kedi” belgeseliydi. Ceyda Tosun yönetmenliğinde çekilen İstanbul’un kedilerini konu alan belgesel. İstanbul’un yedi tepesine gönderme yaparak İstanbul’un nam salmış yedi kedisiyle tanışıyoruz. Sarı, Duman, Bengü, Aslan parçası, Gamsız, Psikopat ve Deniz. Bunların hepsi nev-i şahsına münhasır, kişilik sahibi kedi canlıları. Onların “tuhaf” hallerine tanıklık ediyoruz.
Tabii yönetmenin kendisine buradan sitemlerimi ileteyim, Moda kedilerine hiç yer verilmemesi, hele hele heykeli bile olan Kadıköy’ün meşhur kedisi Tombili’den bahsedilmemesi bence belgeselin büyük eksikliği.
Ancak belgesel o kadar keyifli bir seyirde ilerliyor ki bu eksiklik hemen unutuluveriyor.
Belgeselde kedilerle, kedilere duydukları sevgi ve ilgiyle iyileşen insanların öykülerine de yer veriliyor. Ve tüm kedi-insan öykülerinin fonunda Cihangir, Kandilli, Nişantaşı, Samatya gibi İstanbul’un en keyifli mahalleleri var. Dört bir yandan süren çılgın inşaat ve betonlaşma şehvetiyle birileri İstanbul’un canına okusa da, bizleri yorgun gülümsemesiyle şefkatini kuşanmış bir İstanbul karşılıyor, “ben daha ölmedim, işte buradayım” dercesine…
Kediler yüzyıllardır şehirlerimizin, şiirlerimizin, evlerimizin ve dahi biricik hayatlarımızın başrollerinden birini sahipleniyorlar.
Ben ilk kez 3 yıl önce bir kediyle gerçek anlamda bağ kurmayı öğrendim. Epey geç bir zaman ne yazık ki. Elbette sokak kedilerini, dostlarımın kedilerini severdim de, o sevme eyleminde kalmazdım, sevip geçerdim.
Üç yıl önce ise bir kedi girdi hayatıma, ismi “Berduş” oldu. Bana gelişinin travmatik de bir hikayesi var. Bir ailenin iki kedisinden birisiymiş. Diğer kedi de Berduş’un ablasıymış. İki kardeşlermiş yani. Daha sonra evin insan olan annesi hamile kalıyor ve sadece Berduş’tan midesi bulanıyor. Ona bakamıyor, dokunamıyor, onu sevemiyor. Diğer büyük kediyle bir sorun yok ama. Ve Berduş’u vermeye karar veriyorlar. O sırada ben de hayatıma bir kedi dahil etmeye çalışırken, şöyle bir düşünce hüküm sürüyordu bende; kedi gelsin beni bulsun! Daha o zaman karar vermiştim bir kedi tarafından eğitilmeye, ona teslim olmaya. Ve bir şekilde bu durumdan haberim oldu ve Berduş’la yollarımız kesişti. O akşam onu almaya gittiğimizde, bir sürü insanın içinde saatlerce benim etrafımda döndü durdu, sürekli benimle bakıştı, henüz 2,5 aylıktı. O güzel aileye ve beni bu durumdan haberdar eden canım Tuba’ya selam olsun.
Kişisel olarak pek de iyi bir dönem değildi Berduş hayatıma girdiğinde, ancak Berduş’tan sonra hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmadı, onu da biliyorum. Ben onu değil o beni eğitti. Bir kediden öğrenilecek öyle çok şey varmış ki, her geçen gün şaşırıyorum.
Öncelikle var olmanın ama sadece var olmanın bir canlıya yettiğini gördüm onda. Başka hiçbir şeye gerek olmadığını, hiçbir şey “yapmak” gerekmediğini, sadece “olmanın” mümkünlüğünü. En konforsuz alanda bile şikayetlenmeden kendisine en rahat yeri yaratabilme özelliği, onun var olanla yetinebildiğini ve var olan koşullara hemen adapte olabilme yeteneğini gösterdi bana.
Durabilmenin, susabilmenin, bekleyebilmenin, sabredebilmenin gitgide zorlaştığı bu hız çağında ise o tüm bu hızlılığa meydan okurcasına durmanın, susmanın, sabrın en büyük göstergesi oldu.
O dünyanın en huzurlu uykusunu uyurken onun uykusunu izlemenin, hatta onun sayesinde başka bir canlının da uykusunu izleyebilmenin ne büyük bir dinginlik kaynağı olduğunu fark etmemi sağladı.
Anda kalabilmenin kişisel gelişim kitaplarına sıkıştırılmış, sığlaşmış ve “öğretilmeye” çalışılan halinin aksine, anda var olabilmenin öğrenilmeksizin, öğretilmeksizin hepimizde var olabilen ancak bunun üzerini örttüğümüzü gösterdi bana.
Kedi merakının, insan merakı gibi tüketim merkezli olmayışını, o merakta sanki yaşamın iksiri varmışçasına onu canlı ve diri tutmayı öğretti.
Evet bunları dört ayaklı, tüylü, saatlerce tüylerini yalama seansları yapan bir hayvan canlısı yaptı.
Ben onu eğitmedim. Onu eğitmek ne haddime! O zaten itinayla doğa tarafından eğitilmişti. Benim onun tarafından eğitilmem gerekiyordu ve hala eğitimimin oldukça başındayım, ondan öğreneceklerim bitmiyor, bitmesin de zaten.
Berduş’tan önce insanın kedisi ve kendisi arasındaki ayrımın bir “n” harfi kadar olduğunu da bilmezdim. İnsan kedisine şefkat gösterirken kendisini de aradan çıkarıyormuş, şefkatlar havada uçuşuyormuş. Güzel müzikler başucumuzda duruyor, yumuşacık şiirler başımızı okşuyormuş. İşte başımızı okşayan şiirlerden bir tanesini Haydar Abi(Ergülen) yazmış. Geçen yaz meşe fısıltılarının olduğu o serin bahçede kendi kedilerine ithaf ettiği “Üzgün Kediler Gazeli” kitabını Berduş için imzalamıştı. Kitaba ismini veren şiirde geçen şu mısraları anmadan geçmek istemem;
“…Kedim kendisini evin uysal şiiri sanıyor, şiirin aklı kısa tırnakları uzun…
Kedim kendisini bilge sanıyor sokakların ve aşkın ısrarla özlediği…”
Ve elbette Edip Cansever’e uğramadan biterse bu yazı çok yazık olur;
“Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri,
Seviyoruz bir sevilme içgüdüsüyle…”
Hamiş: Gördüğünüz fotoğraf bu yazıyı yazdığım sırada çekildi. Çünkü ondan bahsettiğim bir yazıyı hissedecek kadar sezgileri kuvvetli demek isterdim ama gerçek öyle değil! Ben neredeysem, o benim baktığım yönde olmak zorunda. Niye? Çünkü o bir kedi. Üstelik Berduş kedisi. (TI/EA)