Bu yaz birkaç günümü Çanakkale taraflarında ekolojik tarım yapan bir köyde geçirdim.
Burası ekseriyetle atalık tohumdan buğday üreten bir yer. Atalık tohum ne demek? Çok kısaca yüzyıllardır günümüze kadar gelen sürdürülebilir tohum.
Bu çiftlikte buğdayın yanısıra nohut ve birkaç çeşit sebze meyve de yetiştiriliyor.
Buğdaydan yaptıkları unu, ekmeği, bulguru da eklemeden geçmeyeyim.
Öncelikle bu çiftlik ticari bir yer değil. Kendi kendine yeten ve yine kendi olanaklarıyla az miktarda da olsa dışarıya açılan bir yer.
“Küçük üretici” dedikleri.
Ben de nohutun ve bulgurun macerasına tanıklık ettim bu birkaç gün içerisinde.
Dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.
Ama şunu belirteyim ki bulgurun macerası çok uzun. Allah uzun ömür versin.
Yani şöyle söyleyeyim bulgur romansa, nohut novella sanki.
Ben bu yazıda nohutu odağıma alıyorum.
Şimdi nohut dedikleri şey, bir dalın üzerinde yer alan minik heybeciklerin içerisinde bulunuyor.
Her heybede bir veya iki nohut tanesi var. Yani bir dalda onlarca nohut…
Yaşken yemesi çok keyifli.
Bunları sabah çiğ düşmeden önce topraktan söküp dalında bir güzel kurutuyorsunuz. Sonra çeşitli yöntemlerle heybeciklerin içindeki nohutlara ulaşmaya çalışıyorsunuz. Çekirdek çıtlatmak gibi diyebilirim. Biz dalları topluca alıp sert bir şeyle kurumuş dallara vurup, o nohutların heybelerden dışarı çıkmasını sağlamıştık. Sonra bunları genişçe bir tepsiye alıp o heybe dediğim kabukları nohutun kendisinden ayrıştırıp, sadece nohut kalıncaya dek ayıklamaya çalıştık. Harmanladık yani.
Yazıldığı kadar kolay olmadı, günlerimizi aldı.
Bir de nohutun tüm bunlardan önce ekilme biçilme hikayesi var ki, evlere şenlik…
O kadar uğraşmamıza rağmen elde ettiğimiz nohut yaklaşık 5-6 kilo civarında oldu. İnsan bunca emek verdiği nohutu yemeye kıyamıyor. Haydi yedik diyelim, bu sefer de tek bir tanesi bile ziyan olsun, çöpe gitsin istemiyor.
Şimdi hal böyleyken çeşitli makinelerle bu işi fabrikasyon yapan yerler var. Bazıları üstün körü, bazıları belki hakkını vererek. Yapsınlar tabii. Onlar yapmazsa koca koca süpermarketlerin rafını neler dolduracak.
Ancak bir de köylerde, çiftliklerde el emeği göz nuru şeklinde bunu yapan yüzlerce küçük üretici var.
Ürettikleriyle güç bela ayakta durabiliyorlar. Sisteme direnmeye çalışıyorlar.
Onlardan aldığınız şey marketteki raflardan aldığınız bir paket nohuta, bulgura, pirince, zeytine benzemiyor.
Onlardan aldığınız şeyin hikayesini biliyorsunuz, o üreticiyi tanıyorsunuz, bir bağ kuruyorsunuz onunla. Hangi eller o nohutu bugünlere getirdi anlıyorsunuz. Hikayesini bildiğiniz şey, midenizde, zihninizde başka türlü yer ediyor. Bedeninize başka türlü yarıyor.
Marketten aldığınızla ise aranızda hep bir mesafe oluyor. Onların ambalajından başka bir şeyini bilmiyorsunuz.
Yapay ışıklar altında parlatılmış, klimalı ortamda serinletilmiş, havasız kalmış, ahı gitmiş vahı kalmış meyve ve sebzelerle hayat geçiriyoruz.
Ne idüğü belirsiz gıdaları içimize alıp kendimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu zehirliyoruz.
Rant peşinde koşanların ekmeğine bal sürüyoruz.
Geçenlerde okuduğum bir haber Türkiye'nin zeytinyağı sektöründe en çok bilinen 3 ana markasının Amerika merkezli Bunge şirketine satılması üzerineydi.
Bu şirketler, sektörler dört nala koşarken birileri binbir emekle, ağır ağır zeytin yetiştirip, zeytinyağı üretiyor, üstelik tüm ağaç düşmanlarına karşı direnerek.
Bu üreticilere ulaşmak mümkün. Bu yerlerin çoğu internetten satış yapıyor, bir kısmı kooperatifler kurup şehirdeki insanlara yerel gıdayı taşıyorlar, bir kısmı ise semt pazarlarında, küçük dükkanlarda ürünlerini satıyor.
Velhasıl başka türlüsü mümkün. Yemekte de, giyimde de, oyuncakta da, kırtasiyede de.. Küçük üreticiler her yerde ve hayatlarımıza dahil olmayı, etrafa biraz daha dikkatle bakmamızı bekliyorlar.
Küçük tüketiciler olup küçük üreticileri desteklesek dünya daha başka bir yer olur sanki.
Ortalık çiçeklenip güzel kokularla dolar belki.
Ütopya filan değil.
Devrim olacaksa nohuttan başlayacak.
Ben nohuta inanıyorum. (TI/YY)