Benim kendimi bildiğimi varsaydığım vakitler aslında yetmişli yılların başıyla başlar. Bu tarih de ilk evvel 12 Mart 1971 darbesine denk gelir.
İlki ve dahi sonrasındaki darbelerle ilk, ya da sonrasında da, tanışıklığım nedense hep ve en önce, çok sevdiğim kitaplarıma elveda demek zorunda kalışımla ilgili oldu.
12 Mart 1971 darbesi geldiğinde daha yeni yeni, dünya meselelerine ilgi duymaya başlamış ve çiçeği burnunda lise birinci sınıf öğrencisi idim.
İki arkadaşımla birlikte harçlıklarımızı biriktirip İstanbul'daki ”May Yayınlarından” ödemeli ve de indirimli olarak çoğunluğu romanlardan oluşan o dönemlerin moda kavramıyla “sosyal içerikli” kitaplar istetmiştik. Sırayla okuyorduk. Sonra da isteyen arkadaşlara da okumaları için veriyorduk.
İşte 12 Mart geldiğinde ilk evvel bizim o evdeki kitaplar gitti.
Sol düşünceye karşı olan tayinle memlekete gelmiş bir astsubay komşumuz ile rahmetli babamın dostluğu vardı. Ailece de görüşürdük. İnsan olarak çok hoş da bir adamdı.
Kitapları görünce “Aman Kadri Bey! Bu çocuğa mukayyet ol. Bu kitapları okumasın. Yoksa maazallah Komünist olur” demişti.
Babam da ne bilsin, Türkçe okuryazar da değildi, kitaplarda ne yazdığını da bilmezdi! Bir de "komünist" lafını duyunca hepten tedirgin olmuştu.
Onun kuşağına; solculuğun, komünistliğin her zaman eza-bela getireceği ve çok tehlikeli bir mevzu olduğu belletilmişti!
O gece, imece ile arkadaşlarımla aldığımız kitaplardan bende olanlar benim birkaç kitabımla birlikte evdeki sobada yakılmış, sonra da babam “ya bu tür kitapları okumaktan vazgeçersin, ya da okuldan” deyivermişti!
Uzun süre eve kitap götürememiş, iki yıl boyunca ev dışında, parklarda ya da uygun bulduğum mekânlarda, ders kitapları dışındaki kitapları okuma alışkanlığımı sürdüredurmuştum.
12 Mart darbesi, benim için, şimdi düşündüğümde o ilk kitaplarımın imhasına sebep olan, sonra da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını gerçekleştirenlerin iktidarıydı.
On yıl sonra bu kez 12 Eylül 1980’i yaşadık. Bizim kuşak açısından kökleri epeyce derinlerde olan ve adeta uzun “kıyım-kıran zamanları” diyebileceğimiz darbe oldu, 12 Eylül 1980 darbesi.
Bizim kuşak, 78 kuşağı bana göre 12 Mart kuşağı da diyebileceğimiz 68 kuşağından daha büyük acılarla, daha büyük kayıplar yaşayarak 12 Eylüllü günleri gördü(k).
Tabi yine benim kitaplarım evveli emirde gitti.
Darbe günlerinde memleketten uzakta kaymakamdım. Benim o yıllarda kaymakamlık yaptığım ilçe olan Tomarza'nın bağlı olduğu şehir Kayseri'den hava indirme tugayı benim şehrim Diyarbakır'a operasyona gönderilmişti.
Herkes telaş içinde imiş sonra anlatıldığına göre. “Ev, ev her yer aranacak” demişler. Babam, “uzakta devlet memuru olan oğluma yine kendi kitapları yüzünden zarar gelmesin” diye kitapları üç gün süreyle banyonun sobasında yakmış.
Hoş sonra benim kaymakamlık maceram da kitapların gitmesine rağmen kısa sürüp 12 Eylül’ün gadrine uğradı ya! O da ayrı mesele…
Şimdi düşünüyorum da; kitap korkusu üzerine iktidarını bina eden bir ”darbe demokrasisi” nasıl olur da “iyi şeyler” vaat etmeyi ilkesel bir anlayışla savunabilirdi ki!
Doğrusu yaklaşık yarım asır sonra 1971’den bugüne baktığımda (ya da tersi) aradan bir ömür geçmiş, dile kolay. Aradaki darbe girişimlerini saymazsak, İki askeri darbe gerçekleşmiş 12 Mart ve 12 Eylül.
Her iki darbe de dönemlerinin iki kutuplu kapitalist ile sosyalist sistemleri arasındaki çatışmalı hâl, o "soğuk savaş" halleri üzerinden vukubulmuş, başat olarak emek örgütlenmeleri diyebileceğimiz sol yapılara ve hak ihlallerinin doruğa çıktığı hak-hukukun hayli askıya alındığı bir hâli yansıtmıştı.
Doğrusu Türkiye’de hayatlarımıza yön veren her iki darbe de bu minval üzereydi. Her iki darbe sabahında da önce solcuların ve dahi siyaset içinde olan Kürtlerin kapılarına dayanılmıştı sabahın köründe…
O yıllardan bugünlere baktığımda 15 Temmuz 2016 darbe girişimimin üzerinden dokuz ay geçiverdi. Sonrasında öyle bir "hâl" yaşadık ki! Anlatılmaz, ancak yaşanır kabilinden. Toplumda derin izler bırakacak kabilden...
Diyarbakır’da geçmişte yaşamış fıkra gibi bir durum şimdi bizimkisi...
Kenti bilenler açısından 20-25 yıl öncesine kadar kentin yeni sebze ve meyve hali Suriçi’nden Urfakapı’daki "Yeni Hal" binasına taşınmıştı. Minibüsler de Suriçindeki iki durak noktasından biri olan Balıkçılarbaş’ından şehrin diğer noktalarına doğru yolcu taşıyorlar(dı).
Balıkçılarbaşı’ndan Urfakapı’ya kadar olan yol çok uzun olmamakla birlikte Melikahmet caddesinin nüfus yoğunluğu nedeniyle şoför dur-kalk’larla sürekli yolcu alınca minibüs yolcu istiap haddini hayli aşmış.
Koridor tarafında oturan yolculardan yaşlıca bir kadın ayaktaki yolculardan nerdeyse kucağına düşecek olan birinden rahatsız bir şekilde bağırır şoföre “Oğul nefes alamıyoruz, bu ne hal!”.
Minibüs o anda tam da Urfakapı’dan Sur dışına çıkmış ve yeni hal binasının önüne varmıştır. Şoför anında basar cevabı; “Teyze, yeni hal… yeni hal... var mı inen..." diye.
Evet, şimdi yeni halleri yaşıyoruz sahiden. Her defasında üçer aylık dilim ve limitlerle uzatılan adeta rutinleşen ya da olağanlaşan OHAL'lerle...
12 Mart ise, o mazide kaldı. Sanki hiç yaşa(n)mamış gibi... (ŞD/HK)