Uzun yıllardır Türkiye'de başarılamayan bir birliktelik sağlandı dersek abartmış sayılmayız.
Başta Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan olmak üzere hapiste bulunan gazeteciler, gazeteci örgütlerinin bir araya gelmesini sağladı. İçeridekiler, dışarıdakileri harekete geçirdi.
Gazeteciler hakkında açılan davaların ve verilen kararların çokluğu, yeniden gündeme gelen basın özgürlüğünün örgütlü olarak sorgulanmasının en önemli nedenlerinden birisi. Gazeteciler aleyhine açılan davalar izlenmeye başlandı...
Bir yandan davaların çokluğu, diğer yandan Türk Ceza Kanununa aykırılıktan dolayı gazeteciler hakkında açılan davalardaki sorunlar, yasaları yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılıyor. Çünkü artık sadece basın özgürlüğü olarak açıklanması zor olan halkın bilgi edinme hakkının sağlanmasını sınırlandıran her hak ihlali demokrasi sorunu olarak çözümü dayatıyor.
Meslek örgütleri "Gazetecilere Özgürlük Platformu" kurdu.
Basın Enstitüsü Derneği, Basın Konseyi, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Çevre ve Eğitim Muhabirleri Derneği, Ekonomi Muhabirleri Derneği, Ekonomi Gazetecileri Derneği, Gazete Sahipleri Derneği, Haber-Sen, İzmir Gazeteciler Cemiyeti, Kültür Turizm ve Çevre Gazetecileri Derneği, Medya Etik Konseyi, Profesyonel Haber Kameramanları Derneği, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Federasyonu, Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Türkiye Spor Yazarları Derneği; "Gazetecilere Özgürlük Platformu" çatısı altındalar. Eylem planlarını birinci toplantıda belirlediler ve gündem yaratmaya başladılar.
Gazetecilere Özgürlük Platformu 24 Eylül tarihli aşağıdaki Deklarasyon'da 2010 yılının önemli bir saptamasını kamuoyuna duyurdu.
"Medya dünyamızın içinde bulunduğu gerçekleri değerlendiren ve 17 meslek kuruluşunu bünyesinde toplayan 'Gazetecilere Özgürlük Platformu' 24 Eylül 2010 tarihinde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nde Orhan Erinç başkanlığında toplanarak aşağıdaki görüşleri kamuoyuna duyurmaya karar vermiştir:
1-Demokrasinin temel kurumu olan iletişim (basın, ifade) özgürlüğü, yaşanan son olaylarla, eskisinden daha ağır bir baskı dönemine girmiştir.
2-Gerçek sebebini bilemeden ve adil yargılanma hakları ihlal edilerek uzun süre hapiste tutulan arkadaşlarımıza ek olarak şimdi medya organlarını da tutuklayan bir dönem yaşanmaktadır.
3-Bu son dönemin özelliği 26 Şubat 2010 tarihinde, "Köşe yazarları her istediğini yazamaz. Parasını sen veriyorsun yazarına sahip çık, yazdırma gönder" diyen Başbakan Tayip Erdoğan'ın sözlerinin uygulamaya konulmuş olmasıdır. Nitekim bunun son somut örneği Haber Türk gazetesi sütun yazarı Bekir Coşkun'un gazetesiyle iş ilişkisinin kesilmesidir. Kanıtı da Coşkun'un 'işverenin ve gazete yönetiminin kendisinden memnun olmasına rağmen ağır baskıya dayanamayarak iş ilişkisini sona erdirdiklerini ifade eden sözleridir.
4-Bekir Coşkun olayı sadece bu etkili kalemi değil, tüm gazetecileri ilgilendirmektedir. Çünkü bu örnekle tüm gazetecilere, sansürlerin en sinsi ve en kötüsü olan 'oto-sansür' dönemine girdiğimiz tebliğ edilmiş olmaktadır.
5- Siyasi iktidarı rahatsız eden kalemlerin ve yayınların 'bertaraf' edilmesine başlandığını gösteren bu ve benzeri örnekler, halen 175 ülke arasında 'basın özgürlüğü' bakımından 122'nci sırada olan ülkemizi, Kuzey Kore, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerin hizasına indirecek kadar vahimdir.
6- Ülkemizde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ve genel olarak gelişmiş demokrasilerin kabul ettiği ölçütlere uygun iletişim (ifade, basın) özgürlüğüne ulaşıncaya kadar görevimize devam edeceğiz. Saygılarımızla."
Deklarasyondan bir gün sonra 25 Eylül 2010 tarihinde de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''demokratik açılım'' çalışmaları kapsamında medya yöneticileriyle bir araya geldi.
Başbakan ''Medyanın bizim tarafımızı tutmasını istemiyoruz ama siyasi taraf haline gelerek, birilerinin psikolojik harekâtının parçası olmasını da doğru bulmuyoruz'' demiş. Başbakan'a göre demokrasi; tahammül, diyalog, hoşgörü rejimi ve bu nedenle konuşarak, tartışarak ve uzlaşarak çözüm arama kültürünün geliştirilmesi gerektiğini yazılı ve görsel medya kuruluşlarının demokratikleşme sürecinden sorumlu olduğunu belirtmiş.
Bu koşullarda Başbakan ve hükümet haklarında yapılan eleştirileri bundan böyle tahammülle karşılayacaktır diye düşünmek mümkün müdür acaba?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan; medyaya zaman zaman sert eleştirileri, polemikleri olduğunu ve hatta "öfkelendiğimiz zamanlar oldu" diyor. Bunların medyaya yönelik bir sindirme ya da baskı niyetiyle yapılmadığını "haksız eleştiriye, iftiraya yönelik bir isyanın tezahürü" olduğunu medyanın eleştirilere tahammül beklediği kadar, kendisinin de eleştiriye karşı tahammül içinde olması gerektiği fikrinde Başbakan'a göre medyanın eleştirme hakkı olduğu kadar, siyasetçinin de eleştirme hakkı olduğunu söylüyor. Çünkü Başbakan temsil ettikleri "on milyonlar" olduğunu söyleyerek kendi eleştirilerinin, hedef gösterme, bastırma, sindirime girişimi olarak algılanmasını "çok yanlış" buluyor.
Şimdi bir yanda gazeteciler ve gazetecilerin son zamanlarda karşılaştığı davalar, işlerine son verilmesi, diğer yanda medyadan şikâyetçi ama şikâyetçi olmadığını söyleyen bir hükümet...
Oy aldıkları on milyonları temsilden kaynaklanan kızgınlıklarından dolayı medyaya "öfkelendikleri zamanlar" olduğunu söylemek suretiyle, son zamanlarda dillerinden düşürmedikleri "ileri demokrasi" -ne demekse?- adına siyasetçinin eleştiri hakkını savunuyorlar...
Gazetecilere Özgürlük Platformu'nun 24 Eylül 2010 tarihli Deklarasyonuna karşı inandırıcılığı olmayan "siyasetçinin eleştiri" hakkı savunması, yaşanan gerçeklere aykırıdır. Gazeteciler hakkındaki davalar ve "oto-sansürlerin" etkisi aksini kanıtlıyor. (Fİ/EK)