Spordaki başarılarıyla meşhur Ohio Devlet Üniversitesi (O.S.U.) sporcu öğrencilerinin sağlığından sorumlu doktorun 20 sene boyunca taciz ve tecavüzlerini sürdürebilmiş olması OSU’dan sağ kurtulmak (Surviving Ohio State) adlı belgeselde merceğe alınıyor. Güreşçilerden Amerikan futbolu oyuncularına, jimnastikçilerden hokeycilere, tenis oyuncularından sporcu olmayanlara fazlasıyla geniş bir skalada her türlü tacize serbestçe imkân tanınmış olması üniversite yönetimini de şaibe altında bırakıyor. Üstelik doktor Richard Strauss öğrencileri teferruatlı muayenelere gerekli gereksiz maruz bırakırken iddialı üniversitenin sporcu kontenjanında yer alabilmeleri için şart olan raporu verip vermemek hususunda gençlere şantaj da yapıyordu.
2025 A.B.D. yapımı 108 dakikalık belgeselin adını abartılı bulanlar, mevzubahis taciz ve tecavüzler sonucunda hayatı kararan, bir daha toparlanamayan, hatta intihar etmiş kişiler gözönüne alındığında haksız olduklarını idrak edeceklerdir. Üstelik O.S.U. yönetiminin taciz ve tecavüz kurbanlarına yönelik tazminatlarda hakikaten de yetersiz kaldığı aşikâr.

Jon Wertheim’ın senaryosundan yola çıkarak, başta kendini konuyla alakasız bulan kadın sinemacı Eva Orner’ın filmin yönetmenliğini yapması aslında birçok taciz ve tecavüz kurbanı için nötr bir mecra oluşturmuş, erkek erkeğeyken söylenmesi gurur kırıcı bulunan ayrıntılar dile getirilebilmiş.
Dünya prömiyeri haziranda Tribeca Film Festivali’nde gerçekleşen filmin aktardıklarına göre doktor öğrencileri duş aldıkları sırada mütemadiyen gözetliyor, karşılarında mastürbasyon yapıyor, onlara sarkıntılıkta bulunuyor ve olası modellik kariyerleri için ayrıca fotoğraflarını da çekiyordu.
Resmî olarak sayısı yüzlerle ifade edilen, ama aslında binlerce öğrenciye yönelik olarak gerçekleşmiş saldırılar hem tüm üniversiteliler, hem de eğitimciler ve yönetici kadrolarınca biliniyor, ancak sadece bazı maço şakalar yoluyla, yüzeysel şekilde ifade edilebiliyordu. Taşkın testosteron enerjisinden hoyratça yararlanmayı âdet edinmiş doktor Strauss, muhafazakâr A.B.D.’de eşcinselliğin bir çeşit tabu olduğunu bildiğinden adeta büyülediği kurbanların senelerce sessiz kalmasını sağlıyor, yoluna sinsice devam ediyordu, ta ki…
Lezbiyen olmak kusur mu ki?
Lezbiyen kimliğini yıllar boyunca saklamış, hatta kariyerine halel gelmemesi için bir erkek meslektaşı ile evlenmiş müteveffa Sally Ride aslında 27 sene boyunca başka bir kadınla beraberliğini sürdürmüştü. Geleneksel A.B.D. toplumunun erkek egemen sektörlerinin birinde, sansasyonlardan beslenen ve rejim propagandasının fazlasıyla yapıldığı uzay çalışmalarında muvaffak olmak kadınlar için ne de olsa bir zamanlar imkânsızdı.
Oysa içine kapanık, çalışkan ve ziyadesiyle hırslı Sally, ülkenin cinsiyetler arasındaki eşitliği sağlama sürecinde fırsatları değerlendirdi ve A.B.D.’nin uzaya giden ilk astronotu oldu.
Dünya prömiyerini Sundance Film Festivalinde gerçekleştirdikten sonra çoğu A.B.D.’de olmak üzere dünyanın birçok festivaline katılmış Sally adlı belgesel, kahramanının profesyonel başarılarının yanında özel hayatına da teferruatlı biçimde eğiliyor.

Kadın sinemacı Cristina Costantini’nin adını hem yönetmen, hem de Tom Maroney’le senaryo hanesinde gördüğümüz 2025 A.B.D. yapımı 103 dakikalık ödüllü belgesel zengin arşiv görüntüleriyle bizi maziye sürüklüyor.
Sally’nin hayat arkadaşı Tam O’Shaughnessy bize film boyunca eşlik ediyor ve gizlice yaşanan birlikteliğin ikisi için de ne kadar zor olduğunu aktarıyor. Münasebetlerinin anlaşılmaması için Tam’in, bir zamanlar beraberce verdikleri pozlarda mesafeli olmaya çalışması, çekingenliği, mütevazılığı ve bilhassa eğreti vücut dili, gözünüzden yaşlar fışkırmasına sebep olabilir.
Bilimsel düsturların kesinlikle ön planda olduğu bir kurum olsa da N.A.S.A.’nın kadınlara eşit muamele yapmadığını, hatta genel manada astronotların güvenliği için yeterli önlemler alınmadığını ve bunun sonucunda Sally’nin kurumdan istifa ettiğini de belgesel aracılığıyla öğreniyoruz.
Akabinde Sally’nin sevgilisi Tam ile, bilhassa kız çocuklarının bilimsel alanlarda eğitimi için birlikte kurdukları akademinin herkese eşit imkânlar sunduğunu da unutmayalım.
Sanatçının özel hayatı
80’lerde A.B.D.’nin en sevilen komedyenlerinden müteveffa Paul Reubens, abartılı “Pee-wee Herman” karakteriyle hem çocukların, hem de büyüklerin gönlünde taht kurmuştu. Televizyon dizileri, sinema filmleri peş peşe geliyor, Reubens başarıya doymuyordu. İkinci bir ten gibi üzerine yapışmış Pee-wee karakteri aslında pek sıradan bir tip değildi ve bazı aşırılıkları bünyesinde usturuplu biçimde de olsa barındırıyordu. Fakat Paul muhafazakârlığın tahakkümü altında özel hayatına o kadar dikkat ediyordu ki, hakkında çıkabilecek dedikodular çoktan bertaraf edilmişti. Zaten eşcinselliğini yaşayamamasının esas sebebi işkolik olmasıydı ve cinsel hayatına pek vakit ayıramıyordu.
Fakat canına tak dediğinde ve bir porno sinemasında yakalanarak umuma açık yerde ahlağa aykırı davranışlardan teşhircilikle suçlandığında artık yapabileceği bir şey kalmamıştı. Ruhsal dünyası allak bullak oldu, kariyeri bir anda sekteye uğradı, sosyal imajı yerle bir oldu.
Herkes tarafından çılgınca sevilen Pee-wee karakterinin, Paul’un eşcinsel kimliği ortaya çıkınca bilhassa çocuklara yönelik programlarda yer alması nedense imkânsız gibi görünüyordu.

Oysa bir oyuncunun hususi hayatı ile profesyonel kariyeri arasındaki ilişkinin bağlayıcı olmadığını bilenler bir süre sonra Pee-wee’ye tekrar şans tanınması gerektiğine karar verdiler ve böylece Paul’un ikinci parlak dönemi başladı. Hayran kitlesi onu bir kez daha bağrına basmıştı.
Bundan rahatsız olan bazı muhafazakâr kesimler temelsiz bir suçlamayla ihbarda bulundular ve Paul’un evine yapılan polis baskınında muhtelif dergiler arasında çocuk pornografisi bulunduğu haberi ortalığı karıştırdı.
Oysa Paul’un evinde bulunan mevzubahis dergiler vintıç erotizmine ve estetiğine meraklı kahramanımızın koleksiyonuydu ve çocuk pornografisiyle alakasız olduğu zamanla resmîleşecekti.
Gericiler baltalarını bir kez daha taşa vurmuşlardı.
Sundance Film Festivali’nde dünya prömiyeri gerçekleşmiş Şahsen Pee-wee (Pee-we as himself) adlı belgesel seyirciyi ilk andan itibaren avucunun içine alıyor. Vefatından kısa bir süre önce gözlerini kameraya dikmiş Paul Reubens yönetmen Matt Wolf’la filmin yönetimi için öyle bir mücadeleye girişiyor ki, zekâsına, kurnazlığına, kıvraklığına hayran olmamak ne mümkün!
Biri 100, diğeri 102 dakikalık iki bölümden oluşan 2025 A.B.D. yapımı belgesel, kahramanının kışkırtıcı varlığıyla sanki interaktif bir gösteriye dönüşüyor ve projeye her zaman çok sıcak bakmamış olan “numaracı” Paul için iyi ki de belgeselde yer almayı kabul etmiş dedirtiyor.
Resmen trans olmak veya olmamak…
Samimiyetsizliği ve yalancılığı hususunda herhangi bir şüphe bırakmayan biri varsa o da Enigma adlı belgeselde Amanda Lear’ın ta kendisi.
Salvador Dalí’nin lansmanıyla dünya çapında tanınmış, kabiliyetsiz bir şarkıcı olmasına rağmen “Avrupa’nın disko kraliçesi” gibi münasebetsiz yakıştırmalarla kariyerini sürdürmüş, seneler boyunca (hatta halen) Fransa ve İtalya’da televizyon programlarının gözdesi olmuş, ressamlık yapmış, tiyatro sahnelerinde bile boy göstermiş Amanda, nedense trans olduğunu kabul etmemekte direniyor.

Bir zamanlar onunla aynı kabarede yer almış müteveffa April Ashley erkek cinsiyetinde doğup hayatını kadın olarak sürdürdüğünü açık açık ifade etmekle kalmıyor, bu sebepten dolayı memleketi Birleşik Krallık’ta başının nasıl belaya girdiğini, işsiz kaldığını, aşağılandığını ve dışlandığını teferruatıyla aktarıyor. Paris’teki kabare Carrousel’de sahneye çıktıkları zaman trans kimliğini gizlemeyen Amanda’nın gerici dünyada hayatta kalabilmek için sonradan hakikati gizlemeye çalışması, hatta bunu ömrü boyunca bir oyun haline getirmesi aslında şaşırtıcı değil.
Tıpkı cinsiyet değiştirdikten sonra Fransa’nın Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmenlik yapmış, Carrousel ekibinden zarif Bambi’nin mazisi hakkında o zamanlar katiyetle renk vermemiş olması gibi.
Sundance’te dünya prömiyerini yaptıktan sonra muhtelif festivallerde yer almış, trans sinemacı Zackary Drucker’ın elinden çıkma eğlenceli belgesel seyirciyi muhakkak ki provoke ediyor.
2025 A.B.D. yapımı 94 dakikalık filmde inkârcı muhafazakâr toplumu tahrik ve tedirgin eden, korkutan unsurların bilincinde olup riyakâr ahlakçıları parmağında oynatmanın ne kadar zevkli olduğunu bir kez daha hissedeceksiniz.
Ailenin desteği şart!
Amanda Lear’ınkinden belki çok daha başarılı bir kariyeri olabilecekken 23 yaşında katledilen kabiliyetli Venus Xtravaganza’nın ölümünün ardındaki sırlar ortaya çıkarılmış değil. Transların kendilerini gösterdikleri New York dans sahnesinin yıldızı ve trans ikon Venus’ı hayatta olduğu zaman, sonradan kült haline gelmiş Paris is burning belgeselinden hatırlıyoruz.
Hayat dolu, istikballe alakalı birçok hayali ve planı olan, sahne adıyla Venus aile evinden çıkıp ona kucak açmış büyükannesinin yanında yaşamaya başlamıştı. Ailesi onu dışlamasa da abilerinden yeterince destek ve şefkat görmediğini düşünüyordu. Trans arkadaşlarından müteşekkil ikinci bir aileye de böylece dahil olmuş ve New York’un eğlence dünyasına cesur bir giriş yapmıştı.

Tribeca Film Festivali’nde prömiyerini gerçekleştirdikten sonra dünyadaki muhtelif festivallere katılmış 2024 A.B.D. yapımı 85 dakikalık Venus Xtravaganza: Bir yıldızın ölümü (I’m you Venus) adlı belgeselde Venus’ın arkadaşlarını tanıyor, hatıralarını dinliyor, performanslarına şahit oluyoruz.
Fakat filmin esas mesajı Venus’ı sevmekten asla geri durmadıklarını ifade eden üç abisinin, yani biyolojik aile fertlerinin meseleye damardan dahil olmaları, onu tamamıyla sahiplenmeleri ve cinayetin ardındaki sırrı çözmeye girişmeleri.
Gezegenin her noktasında benzer şekilde hayattan koparılmış transların trajedisine ortak olurken filmin kahramanlarıyla birlikte bu gaddarlığın sona ermesi gerektiğini bir kez daha haykırıyoruz.
Muhafazakârlar dahil, translara yönelik cinsel arzularını tatmin etmekten geri durmayanların içlerindeki dürtülerle yüzleşip hakikatle barışmalarının vakti geldi de geçiyor. Bir kere elde edilmiş hürriyetten, farkındalıklardan, tecrübelerden geri dönüşün sahtekârlıktan, yoz ahlakçılıktan öteye gidemeyeceğinin bilinciyle…
Kadın yönetmen Kimberly Reed’in elinden çıkma belgeselde her ne kadar cinayetin faili ortaya çıkarılamasa da girişilen hukuki mücadelede seneler önce vefat etmiş olmasına rağmen Venus’ın sonradan edindiği isim adli makamlar tarafından resmen kabul ediliyor; transların kimlik mücadelesinde böylece dünyada bir ilke imza atılmış oluyor…
(RL/HA)







