Kriz takvimi ilerledikçe, 2008 Dünya Buhranı’nda, ABD, AB, Japonya’dan oluşan Merkezin, aralarında Türkiye’nin de olduğu “yükselen ekonomiler” diye de pohpohlanan “bağımlı" Çevre ülkelere büyük bir kriz attığı, krizin etkilerinin, yoksullaşmanın, sefaletin Çevrede daha çok hissedileceği görülecek..
G-20 diye, Merkezin Çevreyi eteğinde tutmak için oluşturduğu zirveden pek bir şey çıkmazken, “zaten ne çıkacaktı?” demek lazım. Zaman, herkesin can derdine düştüğü bir zamandır. Emperyalist sistemin merkezi, yani beyni hasar alınca, Merkezin rol verdiği, işbölümünde görevlendirdiği Çevrenin kendini toparlaması kolay mümkün olmayacak.
Neden?
İşbölümü
Birincisi, Çevre ülkeler ile Merkez arasında, özellikle 1980 sonrası şöyle bir işbölümü oluştu: Çevre, Merkezin talep ettiği ağırlıkla dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarını üretecek, Merkez için demode olmuş sanayileri, kirlilik yaratan sanayileri kabul edecek ve ülkesindeki ucuz ve bol işgücü ile bunları üreterek yeniden Merkeze ihraç edecekti.
Yani, Çevre, artan ölçüde tedarikçi, ücret malları (dayanıklı-dayanıksız tüketim malları) ihracatçısı olarak Merkeze eklemlenecekti.
Çevre bu ihracatçı sanayici rolünü üstlenirken, iç tasarruflarının yeterli olmadığı için (Çin ve birkaç Asya ülkesi dışında), dış kaynak kullanacaktı. Bu da, ağırlıkla Merkeze ait, doğrudan yabancı sermaye, dış krediler ama daha çok da sıcak para adı verilen, ülkenin borsasına, devlet tahvillerine gelen kısa vadeli kaynaklarla olacaktı. Bu kaynak gelsin diye, reel faizler yüksek, döviz kuru düşük tutulacak, doğrudan yatırımları için “yatırım ortamı” (emek piyasası, özelleştirmeler, teşvikler vb.) en uygun hale getirilecekti.
İhracatçı-tedarikçi Çevrenin bu gemiyi, sıcak para ve diğer dış kaynak rüzgarlarıyla yüzdürmesi, büyük buhran öncesine kadar iyi-kötü mümkün oldu. Aralarında Türkiye’nin de olduğu “yükselen ülkeler”, likidite bolluğundan da yararlanarak, dış kaynak çekip özellikle 2000’li yıllarda yıllık yüzde 7-8’i bulan yüksek büyüme oranları gösterdiler. Merkezin pazarlarından pay almak üzere kıyasıya yarıştılar. Buna Çinleşme, Asyalaşma da denilir. Daha çok dibe doğru yarış niteliğindeki bu çevrelerin rekabetinde, emeğin sırtına daha çok basan öne geçti. Daha az işgücünden daha fazla artığı (adına verimlilik diyorlar) sömürmek için dibe doğru yarış hızlandıkça hızlandı.
Dolayısıyla 2008 Büyük Buhranı öncesi Çevrenin ağırlıklı rolü, Merkezden sağlanan dış kaynakla, ucuz işgücünden yararlanarak Merkezin talep ettiği ürünleri üreten tedarikçi olmaktı. İşbölümü böyle yapılmış, roller böyle dağıtılmıştı, böyle ilerliyordu. Ta ki, global kriz patlayıncaya kadar.
Kriz patlayınca
Merkezde kriz patlayınca, önce, “Çevreye bişeycik olmaz.. O toksit kağıtlar Çevrenin bankalarına bulaşmadı, ayrışma var” türü zırvalar ile avunuldu ama kazın ayağının öyle olmadığı, toksik kağıtlara bulaşmadan da krizden kaçılamayacağı anlaşıldı. Salt, Merkez-Çevre işbölümü, o entegrasyon, küreselleşmenin o bütünselliği nedeniyle Çevre, hemen kendini krizde buldu. Nasıl buldu?
Birincisi Çevre, tedarikçi-ihracatçı rolünde tıkanmayla karşılaştı, Merkezin Çevreden mal–hizmet talepleri azaldı. İkincisi, Çevrenin büyüme rüzgarı olan dış kaynak azaldı. Doğrudan yatırım niyetleri askıya alındı, daha önemlisi sıcak para borsalardan hızla çıkmaya başladı. Çünkü "yükselen Çevre", ihraç pazarlarının daralması ile inişe geçmişti. Sıcak para için Çevrede oyalanmanın gereği yoktu, riskliydi. Sıcak para için, Merkezdeki kurtarma operasyonlarının ABD’nin AB üyelerinin devlet tahvilleri bu dönemde daha güvenli artık.
Bunu Merkez Bankası da son Enflasyon Raporu'nda teslim ediyor ve şöyle diyor:
Bu durumda, dış kaynak girişi azalan, ihraç pazarları daralan Çevre, Merkezden büyük bir kazık yemiştir. Dış kaynağa ve Merkezin belirlediği işbölümü gereği Merkez’in pazarlarına bağımlılığın sonudur bu.“Küresel durgunluk olasılığının bir önceki döneme göre artması ve Euro bölgesi ile ABD hükümetlerinin finansal kuruluşların likit olmayan varlıklarını satın alması sonucu tahvil arzının artacağı beklentisiyle, yatırımcıların güvenli araçlara ilgisi artmıştır.”
Şimdi ne olacak?
Çevrenin yeni ihraç pazarları, yeni dış kaynaklar bulması mümkün müdür? Zor. Çünkü Çevrenin ihracatı, ağırlıkla Merkezin siparişlerinden, onların belirlediği evsafta ihracattır. Marka ihracat çok azdır. Hatta, bazı know-how anlaşmaları ile başka pazarlara satışlar kısıtlanmıştır. Dolayısıyla, başka pazara yönelmek zordur, zaten hangi pazar ayaktadır ki, oraya yönelsin?
Dış kaynak konusunda Merkez’e çekilmiş yabancı sermaye ve sıcak paranın yerine nereden para bulunacaktır? Kaldı ki, Çevrenin çok ciddi dış kredi borç stoku vardır ve bunların vakti gelenleri çevirmek de zorlaşmıştır. Nasılsa ihraç gelirim var dövizi dövizle öderim, hesabı altüst olmuştur. İhracat yapamayınca, borç taksitleri de ödenemez duruma düşmüştür. Üstelik dolar hızla değer kaybetmiş ve tüm Çevre ülkeler kur şokları yaşamıştır. Dış borçların yerli para karşılıkları bir anda inanılmaz boyutlara çıkmış, kur şokuna karşı geliştirilen yüksek faizler, ortalığı iyice kasıp kavurmuştur. Çevre, yarayı, ağırlıkla reel sektörden almıştır ve almaktadır. Reel sektörden, sanayiden başlayan çöküş, hızla finans sektörüne de sıçrayacaktır. Görünen odur.
Dolayısıyla, Merkez’’in krizinin Çevreye, özellikle zaten kırılgan olan Buhran öncesi durgunluğa giren, Türkiye ekonomisi gibi ülkelerde yaratacağı tahribat, sanılandan da büyük olacaktır. Çevrenin, bundan sonra, kendi arasında, başta Çin ile gireceği rekabet ise inanılmaz yıkıcı olacaktır. Merkez’in daralttığı dünyada Çin gibilerin rekabetine de dayanamayınca birçok ülkede sanayiler büyük bir mezarlığa dönüşecektir. Bu, muazzam bir değersizleşmedir.
Türkiye'ye gelince
Çevre ülkeler geneli için yapılan bu panoramik gezinti, tasvir, Türkiye için de geçerlidir. Türkiye de, Çevre ülkeler içinde, Merkez’in kazığını yiyecek en büyükler arasındadır. Birincisi, ihracatını yüzde 60 oranında AB’ye odaklamıştır.
AB ile Gümrük Birliği anlaşmasının da gazıyla, ihraç pazarı olarak AB’ye odaklanılmış, alınan otomobil, beyaz eşya, konfeksiyon vb. siparişlerine güvenilerek yatırımlar yapılmış ve sanayi ihracatı toplam ihracatının yüzde 90’ına yaklaşmıştır.
Düşük tutulan dolar kuru ile Asya’dan ithal edilen girdi, içeride ucuz ve örgütsüz işgücü kullanılarak son mamul haline getirilip Avro ila AB’ye satılmıştır. Daha çok da dolar/Avro paritesine fit olan düşük bir kar oranı ile piyasada yer tutmak, Avrupa’nın Çin’i olmaya heves edilmiş ama onda da çok zorlanılmıştır. Bütün bunlar yapılırken, düşük kurun körüklediği Asya’nın yıkıcı ithalatı yerli üreticiyi, yan sanayiciyi ve beraberinde istihdamı da kötü etkilemiştir. AB ile Gümrük Birliği anlaşması, en çok bu alanda yıkıcı rekabete çanak tutmuştur.
Şimdi AB’den ihracata talebin daralması ile ve artan döviz kuru ile girdi ithalatını sürdürüp, yükselen maliyetlerle yüzünü başka pazarlara dönmek çok güçtür. AB gibi yakın ve torpilli bir pazardan başka bir pazara yönelip oralarda Asya-Çin ile rekabeti çok daha zordur .
Özellikle 2001 sonrası yaşanan büyümede, ağırlıkla bu AB’nin tedarikçisi olma rolü etkili olmuştur. Şimdi bu rol tıkanınca sanayi de tıkanacak ve tıkanmaya başlamıştır zaten.
İkincisi, bu büyüme retoriği, ağırlıkla dış kaynak girişi üstüne bina edilmiştir. Doğrudan yatırım ve sıcak para, dış kredi girişi şeklindeki dış kaynak akışında da şemsiye ters dönmüştür. Yeni yabancı sermaye girişi çok yavaşlamış, borsadaki sıcak para da hızla ülkeyi terk etmeye başlamıştır. Özel sektörün sırtında da 190 milyar dolar, kamu da yaklaşık 100 milyar dolar dış borç yükü vardır. Dolayısıyla, Türkiye, özellikle AB’nin girdiği krizden büyük kazık yemiştir ve yemeye devam edecektir. Türkiye’nin otomotivden demir-çeliğe, tekstilden metale tüm sanayisi ve onunla bağlantılı olarak da tüm ulaştırma,ticaret,hizmet sektörleri büyük darbe yiyecektir.
IMF neye yarar?
Hem diğer Çevre ülkelerin hem Türkiye’nin, Merkezin çöküşünden yediği kazığın acısını hafiletmede IMF’nin fazla katkısı olmayacaktır. Çünkü, IMF’de döviz açığına derman olacak yeterince kaynak yoktur ve kapıya sıralananların sayısı giderek artmaktadır. Ayrıca, IMF ile eskiden anlaşmanın önemi vardı. Çünkü IMF anlaşmaları, yabancı kaynak için yeşil ışık işlevi görürdü. Oysa, şimdi dış kaynağın, IMF sinyaline yüz verdiği yoktur. Para, en güvenli yere, Merkez ülkelere demir atmıştır ve uzun zaman orada kalabilecektir. Dolayısıyla, eski IMF anlaşmalarından beklenen kaynak akışı ezberi de bozulmuştur ve işe yaramayacaktır. Bu tüm Çevre ülkeler için olduğu gibi, Türkiye için de geçerlidir.
Çevre ülkeleri, bir kazık yediklerinin ve acılarının bu bağımlılık ilişkilerinden, bunu modelleştiren iç sınıfsal ilişkilerden kaynaklandığının ayırdına vardılar mı?
Çevrenin, işbirlikçi sermayedarları açısından, başka bir ekonomik hayat tarzı, ilişki tarzı zaten mümkün değil. Onlar kuşaklardır gözlerini böyle açıp, böyle gördüler. Merkez-Çevre arasındaki bu hiyerarşiyi, rol dağılımını kader gibi gördüler ve bunun dışında bir oyun planları, tahayyülleri yok. Hala çıkmayan candan umut kesilmez diye, hasta yatağındaki Merkezin bir an önce iyileşmesi, pazarların yeniden açılması, sıcak paranın dönmesi için dua etmekte, krizi basit bir film kopuşu gibi görmekte, ve kendilerine atılan kazığı, ülkelerindeki alt sınıflara, onları işten çıkararak, dar bütçeler uygulatarak, baskıcı yönetimler, polis devletleri ile geçiştirmek istemektedirler.
Ama onlar da anlayacaklar ki, müzik durdu, dans bitti…(MS/EÜ)