Hasan Bülent Kahraman, Sabah gazetesindeki köşesinde, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)-Burjuvazi ilişkisini analiz ettikten sonra, bu yazılar üzerine yapılan eleştirileri (benim, Umur Talu’nun ve Deniz Kavukçuoğlu’nun) değerlendirdiği yeni yazılarla (24-25 Eylül) görüşlerine açıklık getirdi.
Kahraman’ın konu ile ilgili beş yazısından çıkardığım sonuç, Türkiye’de hem burjuvaziyi hem de çalışan sınıfları tahlil etmede bir dizi yanlış ön kabulden hareket ettiği, kategorilerinin hiçbir ampirik bulguya dayanmadığı ve eldeki ampirik verilerin, Kahraman’ın tezlerini doğrulamadığı şeklinde.
Sonda söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim: Kahraman’ın tezleri abartılı bir “Anadolu sermayesi” ve abartılı bir “emek-dışı” sınıf tanımları üzerine inşa ediliyor. Bu iki tanımlamanın, Türkiye gerçeklerinde neden abartılı olduğunu satırbaşlarıyla özetleyelim;
- Türkiye’de burjuvazi içi güncel saflaşma, Kahraman’ın ifade ettiği gibi “İstanbul-Anadolu” ayrışması biçiminde değildir. Bu tarifler, mevcut gerçekliği açıklayamıyor. Türkiye’de sermayenin hegemonik fraksiyonu, TÜSİAD’da temsil edilen büyük sermayedir. Büyüklerin dışında kalan küçük ve orta sermayedarlar, büyük ölçüde TÜSİAD üyelerinin güdümündedirler; onlarla tedarikçi-bayilik, kredi müşterisi ilişkisi içindedirler. TÜSİAD ile bu KOBİ’ler arasında bir karşıtlıktan çok işbirliği ilişkisi hakimdir. TÜSİAD, Anadolu’daki bu sermayedarları SİAD’lar biçiminde dernekleştirerek kendi kanatları altına almış ve kısa adı TÜRKONFED olan bir konfederasyon altında örgütlemiştir.
- Bugün “AKP’nin burjuvazisi” olarak görünen olgu nedir? Birincisi, hiçbir aklı başında burjuva, bir siyasi parti ile birebir organik ilişki içinde görünmek istemez ve kaderini partinin kaderine endekslemez. Bu, burjuvaların bir parti tercihi yoktur anlamına gelmez ama onlar için önemli olan icraatlardır, icraatların yönlendirilmesidir. Burjuvazi için, siyasi iktidarlar, kendi sermaye birikimi ihtiyaçlarına cevap verdikleri ölçüde makbuldürler, buna cevap veremeyince "işi bitti, gidebilir” davranışı içine girerler. AKP, neoliberal, küreselleşmeci, yeni dünya düzenci politikalarla barışık bir parti olmaya ve icraatlarını “ılımlı İslam toplum projesi”ni hayata geçirerek gerçekleştirmeye giriştiğinde, “kendi organik burjuvazisi”ni de yaratmaya girişti. Fetullah Gülen cemaatinin 2003 sonrası hızla TUSKON isimli örgütlenmeye gitmesi bu “İslami burjuvaziyi” yaratma çabasının sonucudur. AKP, TUSKON, MÜSİAD gibi çatılar altında örgütlenen İslami küçük ve orta sermayedarları kendine taban yaparken ikinci halkada irili ufaklı başka sermayedarları da yandaşı olmaya davet etti. Bunu bazen sopa, bazen havuç kullanarak bir ölçüde gerçekleştirdi de.
- Buradan şu noktaya varıyoruz; Burjuvazi içinde “İstanbul- Ankara” gibi şekilsiz bir ayrışma değil, olsa olsa AKP’nin kanadı altında “İslami toplum projesi”ne angaje muhafazakar bir sermaye grubu ile bunun dışında duran “diğerleri”nden sözedilebilir. Bu “diğerleri”nin içinde AKP ile bugünkü konjonktürde artık pek barışık olmayan TÜSİAD-TÜRKONFED hakim grubu kadar “İslami toplum” projesine kendini uzak hisseden değişik sermaye grupları da var.
- AKP’nin merkez ve yereldeki rantları kendine yakın sermayedarlara aktararak bunların palazlanmasını güçlendirdiği tezi ise kısmen doğrudur. AKP, özellikle TOKİ, yerel yönetim vb. projeleriyle yandaşlarına bazı avantajlar sağlamaktadır, ama bu diğer kesimlerin bundan mahrum bırakıldıkları anlamına gelmiyor. Önceden de örnek verdim; Özelleştirmelerin yüzde 80’inin 13 projeye dayandığını ve bunun da Koç, Oyak, Doğuş, Zorlu gibi büyük holdinglere gittiğini yeniden hatırlatayım. AKP’nin iktidar olduğu 2003’den bugüne büyük sermaye büyümesini hızla sürdürmüş ve pek de kayırmacılık şikayetinde bulunmamıştır. Tek bir örnek; Koç’un AKP’nin birinci iktidar yılı olan 2003 sonunda 11 milyar dolar olan cirosu, 2007 sonunda 40 milyar dolara çıkmıştır. Bu, olağanüstü bir büyümedir. Koç’taki büyüme, birçok büyük holding için de geçerlidir.
- Sonuç, AKP’nin, kendi organik sermayedarını yaratmaya çalışmakla beraber, “İslami toplum projesi”ne biat etmiş bu fraksiyonun, ekonomik olarak hızla güçlendiği ve başta TÜSİAD olmak üzere “diğerlerine” karşı teçhizatlandırarak ağırlıklı bir güç haline geldiği savı abartılıdır, “AKP burjuvazisi”ni olduğundan çok büyük göstermektir. Güç, hala büyük sermayede, TÜSİAD’dadır. AKP, TÜSİAD’a rağmen iktidar olmamıştır, 2003’te, 2001 krizinden canı yananların “denenmemişi deneme” saikiyle iktidara gelirken 2007’de –çok olumlu seyreden dünya ekonomik konjonktürünün de etkisiyle- bu kez TÜSİAD’cıların rüzgarını da arkasına alarak iktidar olmuştur. Ancak, AKP, “milli görüşcü” yüzünü gösterip gerilimi artırdıkça ve ekonomide de tökezlemeye başlayınca “kutsal ittifak” çatırdamıştır, kriz derinleştikçe hızla çözülecektir. TÜSİAD, kendi gönlüne göre bir alternatifin ortaya çıkması halinde, AKP’nin defterini dürme gücünü hala elinde tutmaktadır. Mesele, TÜSİAD’ın alternatif yaratma konusunda uzun zamandır içine düştüğü atalet, ya da AKP’ye mahkum kalmasına yol açan muhalefet parti kısırlığıdır.
Emek-dışı kesim abartması
Gelelim, Kahraman’ın emek kesimi ile ilgili tahliline. Burada da hem kent yoksullarına, kent çevrelerine sığınmış işsiz, eksik istihdamlı nüfusa atfedilen önem, hem de bu kesime dönük AKP-burjuvazi gizli ittifakı gibi tezler çok abartılı…
Diyor ki Kahraman;
“Bugün emekçi kesimlerin önemli bir nitelik değiştirdiği kanısındayım. Emekçi kesim daha önceki dönemlerin "geleneksel" özelliklerini taşımıyor. Bugün Türkiye'nin sorunu emek çevresini yitirmesidir… Türkiye, bugün emek dışı yaşayan alt gelir gruplarının ağırlığı altındadır…”
Bu iddiadan başlayalım; Kahraman bu “ağırlığı” nasıl ölçmüş, bilmiyoruz. Ama işgücü istatistikleri kabaca şunu ortaya koyuyor:
70 milyonluk Türkiye’de 22,5 milyonun işi-gücü var; 2,5 milyon da işsiz var. İşi olanların yüzde 60’a yakını yani 13 milyonu ücretli nüfus. Ücretlilerin de 3 milyonu kayıt dışı..
Yani özetlersek; 2,5 milyon işsiz ve 3 milyon kayıt-dışı ücretli ile birlikte 5,5 milyonluk bir nüfus var ki, Kahraman’ın “emek-dışı yaşayan gelir grupları” dediği bunlar olmalı.. Kahraman, bunların, AKP tarafından sadaka politikalarıyla taban yapıldığını ve başka şartlarda sol bir siyasetin “vurucu gücü” olabilecek bu yoksulların AKP tarafından uyuşturularak aslında burjuvaziye büyük bir iyilik yapıldığını öne sürüyor.
AKP’nin burjuvaziye emek karşıtı servisi bundan mı ibarettir? Bu “emek-dışı” 5,5 milyona karşılık ücretli 10 milyon nüfus var. Peki bunlar ne oluyor? Bunlar için AKP burjuvaziye bir servis sunmuyor mu ? Söyleyelim; AKP, bütün demokrat ambalajlı söylemlerine karşın çalışan sınıfların sendikal-siyasal örgütlenmesi sözkonusu olduğunda emsallerinden daha otoriter ve anti-demokrat bir oluşum.
Sadece son 1 Mayıs’ı ve biber gazlarını anımsayın. AKP, örgütlenmenin önündeki bütün engellere sahip çıkıyor, yedek işsiz ordusunu büyütücü politikalarla ücretlileri sindiriyor, bu kesimi düşük ücret, aşırı iş yükü ve işsizlik korkusuyla sindiriyor, esnekleşme ile atomize ediyor, Türkiye’nin küresel piyasalarda rekabet gücünü ancak böyle tesis edebileceğini açıkça ifade ederek bu emek-karşıtı politikalarıyla burjuvaziye esas hizmeti burada veriyor.
Özet; işsizlerden ve yarı-işsizlerden oluşan “organize olmayan işgücü”nün varlığı ve artmakta oluşu, sermayenin, yeni birikim tarzı bağlamında emeğe karşı yürüttüğü savaşın bir sonucudur ve son tahlilde bir emek-sermaye çatışması ürünüdür. Bu marjinalleştirilen, kent varoşlarında depolanan ve AKP eliyle de uyuşturulan, afyonlanan bu işgücünün varlığı önemli olmakla birlikte, bugünün emek-sermaye çatışmasının asli meselesi değildir. Sermayenin insafsızca sömürdüğü ve sayıları 10 milyonu bulan “organize işgücü” nün sermaye ile olan çelişkileri bugünün Türkiye’sinde çok daha günceldir ve diğerinin gölgesinde değildir.
AKP’nin burjuvaziyle gizli-açık anlaşmasının çerçevesinde, sadece “emek-dışı kesimleri” uyuşturmak yok, onun uzantısı ve daha önemlisi olarak, örgütlü-örgütsüz 10 milyon ücretli sınıfı, burjuvazinin istediği bir anti-sendikal rejimde, cenderede tutmak var.
Sonuç olarak, Kahraman’ın “emek-dışı” diye nitelediği kent yoksulları ve yedek sanayi ordusu ile birlikte irili-ufaklı işyerlerinde, örgütlü-örgütsüz çalışan işçi sınıfı, eninde sonunda sermaye ile olan çelişkisiyle yüz yüze geliyor.
Öte yandan, yeni bir dünya kriziyle birlikte içine girilen konjonktürün rüzgarında sapla saman da iyice ayrışacak. Ve biz sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada daha çok emek-sermaye çatışmalarını, sınıfsal arınmaları, saflaşmaları yaşayarak göreceğiz. (MS/EÜ)