Uluslararası Para Fonu (IMF), 2008 ve 2009 için büyüme tahminlerini bu yıl tam dört kez revize etti ve daha 8 Ekim’de, 2009 için dünya ekonomisi büyüme tahminini yüzde 3 olarak öngörmüşken, 6 Kasım’da bunu yüzde 2,2’ye çekti. Daha da önemlisi bütün Merkez ülkeleri için sıfırın altı, negatif büyüme öngörüsünde bulundu. Bu, dünyada resesyon değil, depresyonun tasdiki, ilanıdır.
Son öngörülere göre, gelişmiş ülkeler, yani nüfusun yüzde 15’inin yaşadığı ama dünya gelirinin yüzde 56’sının yaratıldığı merkez ülkeler, 2008’de yüzde 1,4’lük büyümeden 2009’da yüzde -0,3 küçülmeye gidecek.
ABD’de küçülme yüzde 0,7, Avro alanında yüzde 0,5, Japonya’da yüzde 0,2 olacak. Bu, merkez ülkelerde 1929 krizinden bu yana ilk kez yaşanacak..
Çevre ülkelere gelince, dünya nüfusunun yüzde 85’inin yaşadığı ama gelirden yüzde 44 pay alan 141 ülkeli bu coğrafyada büyüme yüzde 5,5’e düşecek.
Çevre ülkelerinde Asya’da özellikle Çin’de ekonomik büyüme eski temposundan kaybetmekle beraber hareketli olmayı sürdürüken Türkiye’nin yer aldığı Çevre Avrupasında 2009’da büyüme yüzde 2,5 olacak. IMF, 8 Ekim’deki raporunda 2009’da Türkiye için büyümeyi yüzde 3, yani dünya ortalaması oranında öngörmüştü. 6 Kasım dünya öngörüsü yüzde 2,2 olduğuna göre, Türkiye için öngörünün de o seviyelere indirildiği söylenebilir.
Tayyip Erdoğan’ın “ümük sıktırmam” afra tafrasına rağmen, IMF dünyanın kriz karşısında ister istemez ümüklerin sıkılacağını, Türkiye’nin de bundan kendini kurtaramayacağını ilan etmiş durumda.
Çevreden merkeze kaynak kayması
IMF, çevre ülkelere kaynak akışının 2009’da 528 milyar dolardan 2009’da 286 milyar dolara kadar gerileyeceğini belirtiyor. Bu kaynak kanamasını, makas değişimini TC Merkez Bankası da son enflasyon raporunda kabul ediyor ve şöyle diyor;
“Küresel durgunluk olasılığının bir önceki döneme göre artması ve Euro bölgesi ile ABD hükümetlerinin finansal kuruluşların likit olmayan varlıklarını satın alması sonucu tahvil arzının artacağı beklentisiyle, yatırımcıların güvenli araçlara ilgisi artmıştır.”
Bunun tefsiri şöyledir; kriz patlayıncaya kadar, aralarında Türkiye’nin de olduğu düşük kur-yüksek faiz politikası uygulayan çevre ülkelere yönelen sıcak para ve diğer kısa vadeli krediler, şimdi bu ülkelerden çıkmaktadır. Peki nereye gitmektedir? ABD ve AB’de, devlet tahvillerine. Yani, “çevre”den “merkez”e bir kaynak akışında makas değişikliği. Bu, aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok ülke için, durduk yerde krize girmek demek. Nitekim, 50 milyar dolar cari açığı, 284 milyar dolar (üçte ikisi özel sektöre ait) dış borç yükü olan Türkiye, bütün mali yapının sağlam olduğu iddiasına rağmen hızla krize sürüklenmektedir.
Özellikle Rusya’nın dahil olduğu BDT’ye kaynak akışı çok azalmış durumda. Türkiye’nin yer aldığı Orta ve Doğu Avrupa’ya akışın iyi-kötü süreceği öngörülse de bu akışın Türkiye’den çok, Çek Cumhuriyeti, Polonya gibi ülkelere yönelmesi daha muhtemel.
Türkiye’nin ihracatının yüzde 60’ını yaptığı AB’nin depresyona girerek 80 yıldır ilk kez negatif büyümeyle tanışması, tabi ki Türkiye’yi derin etkileyecek. AB’nin doğrudan yabancı sermayesini, sıcak parasını, dış kredilerini kullanarak büyüyen Türkiye kapitalizmi, başta sıcak paranın çekilmesi, doğrudan yabancı sermaye girişinin durması ve dış kredide akışın azalması ile, büyümenin rüzgarını da kaybetmiş oldu. Şimdi 50 milyar dolara ulaşan döviz açığının (cari açık) nasıl çevrileceği sorunu var.
Haliyle, ihracat azaldıkça, ihracata dönük üretim ve kapasite kullanımı da düşüyor. Daha şimdiden küçük ve orta işletmelerden başlamak üzere yaprak dökümü hızlandı ve hızla büyük firmalara doğru sonbahar, etkisini hissettiriyor. Borçlu büyük sanayi ve hizmet firmalarının, döviz girdilerinin azalmasıyla da borç taksitlerini çevirememeleri, dış borçların bir kısmını veren Türk banka sistemini de zorda bırakacak.
IMF ile anlaşma
IMF’nin iç karartan son öngörülerinin ardından, Hükümete IMF ile anlaşma baskılarının artacağı açık. IMF de, özellikle alacaklıların basıncıyla Türkiye’yi anlaşmaya daha çok zorlayacak. IMF’nin derdi, hastalanan Merkez ayağa kalkıncaya kadar çevre ülkelerini eteklerde, sistemde dağılmadan tutmak, alacakları, devlet garantileri alarak tahsil etmek, yeni bir retorik oluşturuncaya kadar merkezkaç hadiselerin önüne geçmek, çevre ülkelerine, bütçe disiplinleri ile daralmaları, soğumaları yaşatıp sistemi yeni bir finansal mimari inşasına kadar ayakta tutmak, oyalamak...
Çevre ve tabi ki Türkiye burjuvazisinin derdi ise azalmış da olsa dış kaynak girişini yeniden sağlamak, bununla kırık dökük de olsa büyümeye çalışmak, borç yükünü çevirmek, ayakta kalmak, bu arada, borç yükünü devlet garantisine aldırarak borçluların bunaltıcı tehditinden soluk almak.
Dünyadaki iklimin değiştiğini, yaşananların bir yol kazası, bir film kopuşu gibi algılayanlara hayat hergün yeni bir tokat aşk ediyor.
Hala, dış kaynak girer onunla büyümemizi sürdürürüz diyenlerin yazık ki bir B planları yok. Bir B planı yapmaya ne cesaretleri, ne güçleri, ne birikimleri var.
Ezberler bozulduğu halde aynı ezberle hergün biraz daha gülünç duruma düşüp tokatı yedikçe de bunalıma giriyorlar.
Oysa, birileri onlara demeli ki, inandığınız ve süreceğini sandığınız paradigma iflas etti. En azından uzun bir süre küreselleşme rüzgarının yerine ekonomik milliyetçilik arzı endam edecek, ulus-devlete sarılmalar, iç pazara yönelişlerle bir yeniden yapılanma arayışı gündeme gelecek ve bu süreç çok ağrılı, çok sancılı, çok hırgürlü olacak.
“Sınıflar, sınıf mücadelesi kalmadı, yok” mu diyordunuz çocuklar?
Dünya buhranı, sınıflara kimliklerini ve sınıf mücadelesini yeniden hatırlatıyor, ama biraz acı çektirerek.(MS/EÜ)