Bugünlerde Türkiye televizyonlarından birinde Batıdan apartılma bir program her akşam en çok izlenenler kuşağında en az iki saat süreyle yayında!
“Var mısın? Yok, musun?” programın adı. Neredeyse bir yıldır yayında. Ve programın en çok izlenen dizilerden bile daha çok ilgi gördüğü ifade edilmekte! Formatı çok sıradan ve basit! Herhangi bir bilgi birikimine sahip olmayı gerektirmiyor.
Bir sunucu var. Karşısında 24 seçilmiş (!) yarışmacı (katılımcı). Her birinin önünde birer kutu ve üzerinde birden 24’e kadar numaralar. Yarışmacıların her biri bir akşam yarışıyor. Yarışma dedikse aslında yarışma yok. Kapalı ve mühürlü kutuların içinde bir liradan 500 milyar liraya kadar rakamlar yazılı. Her defasında bir kutuyu açtırarak hayal ettiğiniz rakamdaki parayı kazanmaya çalışıyorsunuz. Bu bir seremoni ve şov havasında icra ediliyor.
Birkaç turda bir, sunucu vardığınız aşamaya göre, telefonla Hamdi Bey namlı bir zattan iletilen bir rakam teklif ediyor ve soruyor: “Var mısın, yok musun?”…
Soru ve cevabı
Doğrusu bu yarışma, tam da bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi bana anımsattı. Soru, yani “Var mısın, Yok musun?” sorusu 80 küsur senedir orta yerde ve alenen bilcümle Kürt'e soruluyor. Sorulurken, resmi olarak yanıtını da yüksek sesle vurgulayarak soruyor muhterem zevat:
“Ey Kürt, duydunsa cevap ver: var mısın, yok musun?” 'Yokum, vallahi de billahi de yokum,’ de ki seni abat edeyim. Vali ol, paşa ol, bakan ol, istersen cumhurbaşkanı, işadamı ol. Her ne olursan ol, yeter ki Kürt olma. Kürt'üm deme, kimliğine sahip çıkma. Kürt'üm dersen seni nelerin beklediğini yine sana tarih öğretecektir. İşte isyanlardan sonra başına gelenler. İşte Şeyh Said İsyanı, İşte Dersim İsyanı, işte Mecburi İskânlar, işte otuz üç kurşun, işte 49’lar, işte 12 Martlar, İşte 12 Eylüller, işte Diyarbekir zindanı, işte faili meçhuller. İşte bitmez tükenmez köy boşaltmalar ve zorunlu göçler. İşte bugün yaşananlar / yaşatılanlar…"
İşin açıkçası ta geçen yıl Aralık ayında İzmir, Dikili yakınlarındaki bir köyden olanı biteni yazmıştım: Yazının başlığını da koymuştum “Kürtleri Köyümde Barındırmam”. Dikili ilçesi Uzunburun köyünün muhtarı ilin valisine kaymakamına yansıyan olaylara rağmen inadında ısrar ediyor ve Kürtleri istemiyoruz, köyümüzde barındırmayız, diyor.
O gün o yazıyı yazdığımda gazetelerde çıkan habere rağmen Batıdan, Türk olan arkadaşlardan inanmayanlar olmuştu. Ki yazmışlardı da bana. “Gidip o köye araştırma yapacağız!”diye. Araştırdılar mı bilmiyorum. Bana dönmediler. Ama bildiğim bir şey var ki; o günden bu güne köprülerin altından çokça sular aktı. Sadece “Kürtleri Köyümde Barındırmam” diyen muhtar değil, epeyce barındırmak istemeyen var artık, biliyoruz, sürpriz değil.
Israr
Peki! Sahi bu bir sonuç değil mi?
Ne zamana kadar sonuçlar üzerinden politika yapma basiretsizliğinde ısrar edilecek?
Bir türlü çözüm için çaba sarf edilmeyen; hep yokluk, inkâr, imha, köklerini kazıma, en iyimserinden ise Kürt satıcıdan alışveriş etmeme diye algılanabilecek bir politikanın mimarı olmak nasıl bir duygu? Doğrusu merak sebebimdir. İnsan teki sürekli olarak böyle bir ruh hali içinde nasıl yaşar. Nasıl bir varlık yokluk algısıdır ki; 80 senedir uydurulmuş resmi bir yalana; Türk olmayan bütün ötekilere karşı böylesine bir reddiyecilikle yaklaşılır. Yetinilmez. Sokaktaki sıradan vatandaşı da aynı algıyla eğiten yetiştiren bir mantığa bürünürsünüz!
Ürperdim. İnsan olanın, kendisine insanım diyenin aklından dahi geçiremeyeceği bir vahşetle karşılaşmış Altınova’daki Kürt vatandaş. Dokuz yıldır yanında taşeron olarak çalışan ve ilişkileri de çok iyi olan Altınovalı birinin elindeki taşı kendi evine fırlatırkenki duygusu ve sorusu: “ Yahu biz seninle gayet iyi dosttuk. Neden evime sen de taş atanların arasındasın!”. “Atmak zorundayım. Yoksa beni de sizden biri sayar ve öldürürler.” İşte hikâyenin ve gelinen noktanın serencamı bu minval üzeredir.
Sicili bozuk bir ülkeyiz vesselam…
Ne de olsa tecrübe konuşuyor, konuşturuyor kendini. 6–7 Eylül 1955’te de aynı şeyler İstanbul’da Rum tebanın ev ve işyerlerine karşı yapılmamış / yaptırılmamış mıydı?
Kürt sorununa çözüm için politika üretileceğine, insanları sokağa döküp “Kahrolsun…” edebiyatı yaptırmak daha mı akıllıca!
Öyle diyorsanız devam edin bakalım. Devam edin de mutsuz, aç, zorba, ırkçı, zalim, talancı, ceberrut insanların sokaklarına egemen olup, kendileri gibi düşünmeyenleri telef etme kabadayılığını gösterdikleri bir ülkede, elinizi ovuşturarak sırça saraylarınızda yaşayın da; çocuklarınız “Maşallah! Ne kadar yetenekli büyüklerimiz varmış meğer” deyip de, sizinle bir kez daha övünsün ey politikacılar, ey bürokratlar, ey bilmem neler…(ŞD/EÜ)
* Sevgili dostlar, Frankfurt Kitap Fuarı nedeniyle 13–20 Ekim tarihleri arasında Frankfurt’ta olacağım, oralarda olan okur ve dostlarla görüşmek dileklerimle…