Sinema imkansız bir kelimedir. İmkansızlık için verilen çabadır. Çekilen sıkıntılardır. Çekilen acılardır. Görünmez ama hep vardır. Yokluğu her tarafımızı sarmıştır. Ve bu imkansızlıkları, çabaları, sıkıntıları, acıları yaşayan bilir ve çeken bilir. Çünkü sıradan bir hayat değildir sinema sevgisine dair bu yaşananlar. Sıradan bir öykü hiç değildir.
Ahmet Uluçay'ın öyküsü de öyledir biraz az, biraz çok.
Onun öyküsü 1954 yılında Kütahya'nın Tepecik köyünde doğmasıyla başlar. Daha ilkokul üçüncü sınıftayken okula gelen bir gezgin sinemacı sayesinde sinema ile tanışır. "Duvardaki görüntüyü görünce bunun içinde bir karşılığı olduğunu" farkına varır. Çünkü aşık olduğu resimlerin hareket ettiğini, koştuğunu görür ilk kez. Bu ilk karşılaşma anı ile sinemacı olmaya karar verir.
Sinema rüyalarına girmeye başlar artık. Çocukluk arkadaşı İsmail ile daha 12 yaşında iken sinema makinesi yapmak için yola koyulurlar. Üç yıl uğraşıp, sonunda yaparlar. Tıpkı "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak"ta gördüğümüz gibi. Yalvar yakar bölük parça filmler toplamışlar önce. Sonra o kareleri birbirine ekleyip birkaç saniyelik görüntüler elde etmişler. Çok sonra da ilk çektiği filmlerin görüntülerini de ahırda kendi sinemasının ilk seyircileri olan köylülerine göstermişler. On dört yaşına geldiğinde de yönetmen olmaya karar verir artık.
Sinemayı öğrenmek için "uzak"lara yani şehre gitmeye gerek yoktu onun için. Çünkü sinema doğup büyüdüğü ve öldüğü köydeydi ona göre. Düşler/hayaller burada da yani bu yoksul köyde de gerçekleştirilebilinirdi. Ve "köyümün orta yeri sinema" diyerek işe koyulur. Sinema uğruna hiçbir zorluktan yılmaz. Eve götüreceği ekmeğin parasını sinemaya yatırır. Kamyon şoförlüğü yapar. İnşaat işçisi olur. Yem fabrikasında hamal olur. Yine de sinemayı düşünür. Bu arada kamyon şoförlüğü yaptığı zamanlarda şiirler de yazar. Köylüler ona "Şair Ahmet" demeye başlar artık. Ama onun aklı aşık olduğu resimlerin hareket ettiği ve koştuğu sinemadaydı.
1992 yılında Almanya'dan köye gelen bir gurbetçiden bin bir zorlukla eski bir kamera alır ve ilk kısa filmleri olan Optik Düşler'i (1993) çeker. Çektiği bu ilk filmi "birileri izlemeliydi muhakkak" der. Arkadaşı İsmail ile Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Televizyon bölümüne giderler. Dekan Prof. Dr. Dursun Gökdağ'a çıkarlar. Dekan, köyden yola koyulup gelen bu "köylü adam"ların düğün filmini çektiklerini düşünür önce. Sonra filmi izleyince şaşırıp kalır.
Bu ilk kısa filmin ardından birçok belgesel ve kısa filme imza atar. Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak (1994), Bizim Köyün Orta Yeri Sinema (1995), Minyatür Kozmosta Rüya (1995), İnci Denizin Dibinde (1996), Bizim Köyde Bayram Sabahı (1998), Epilectic Film (1998), Uzun Metrajın Resmi (1999), Exorcist (2000) gibi kısa ve belgesel filmler çeker. Yaptığı kısa film ve belgesellerde hep kendi çevresini, düşlerini, hayallerini ve sinemaya dair yapmayı istediği şeyleri anlatır. Ve bu çalışmalarla birçok ödül alır.
2004 yılında ilk ve tek uzun metrajlı filmini yapar; Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak. Kendi çocukluğunu anlatır "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak"ta. Karpuzcu çırağı Recep ile berber çırağı Mehmet'in sinemaya olan sevdası kendisinin ve çocukluk arkadaşı İsmail'in öyküsüdür aslında. Kendisini yaratan koşulları anlatır. O ahırda sinema yapmaya çalışan çocuklar, sırtüstü uzanıp hem belirsiz olan geleceğe hem de düşlere dalarlar.
Ahmet Uluçay o ahırda gelecekteki düşlerin hayalini kurarken çocukluk hayallerine ihanet etmeyen çocuk olur. Ve gerçekleştirdiği bu çocuk düşü/filmi birçok ulusal ve uluslararası festivallerde ödüllendirilir.
"Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" filminden sonra ikinci filmi olarak yapmayı planladığı "Bozkırda Deniz Kabuğu"'nun çekimlerine başlar. Çocukluğunda tanık olduğu bir aşkı anlatmak ister yine. Yoksulluk gibi hastalıklar da yakasını bir türlü bırakmaz. 30 Kasım 2009 günü karpuz kabuğundan yaptığı gemisine hayallerini, düşlerini, açlığını ve yoksulluğunu, hareket eden ve koşan çok sevdiğini sinemasını koyarak bozkırın orta yerinden denizlere düşerek aramızdan ayrılır.
Ahmet Uluçay, bir emekçi gibi farklı işlerde bin bir zorlukla kazandığı parayı sinemaya yatırıp yoksullaşmış ancak o hep çocuk kalmak istemiş yine de. Çocukken değer verdiği, hayalini kurduğu, onun için sıkıntılar çektiği, babası dahil bütün köyün karşı çıktığı, "şehirli sinemacı"ların ona "köylü adamdan sinemacı mı olur" diyerek "köylü sinemacı" (Yılmaz Güney için de "arabacı hamal Kürt" demişlerdi) diye nitelendirildiği ve "deli" olarak görülen bu adam sevdasından vazgeçmedi. O, "sinema yapmadan geberip gitmeyeceğim" demişti ve öyle yaptı. Çünkü O, sinemayı sevdi, ona inandı ve onun peşinden gitti. (KT/HK)