“Aman oğlum kim izleyecek bu filmleri!” bu sözü anne Fatma Ceylan, oğlu Nuri Bilge Ceylan’a söyler. O sözden bugüne değin Ceylan’ın sinemanın öyküsündeki yolculuğu Yenice kasabasının hudutlarını aşarak yolculuğuna devam eder.
Kimbilir, belki de mağara duvarlarına çizilen resimlerin üzerine dışarıdan yansıyan güneş ışığının düşmesiyle ilk hareketsiz görüntü elde edilmişti. Yine belki de Platon'un mağarası ilk sinema salonuydu, ve orada oturan insanlar da ilk izleyicilerdi.
Sesten önce sinemada görüntü vardır. Sinemanın öyküsü görüntü ile başlar.
Alfred Hitchcock görüntüye önem veren yönetmenlerdendir, ve der ki; “Sinemacının söyleyeceği bir şeyi yoktur, gösterecekleri vardır.”
Nuri Bilge Ceylan da görüntüye önem veren yönetmenlerdendir. Onun filmlerinde de söz görüntünün arkasından gelir. Ceylan’ın sineması bu anlamda görseldir.
Onun sinemasında öyküsel anlatıdan çok fotoğrafın durağan ve estetik görünümlerinin öne çıktığı söylenebilir. Bunda fotoğraf sanatçısı olmasının getirdiği bakış açısının etkisi vardır. Bu bakış açısını Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filminde görmek mümkündür. Ardından gelen İklimler filmi ile öyküsel anlatı da ön plana çıkmaya başlar. Ve bu süreç Ahlat Ağacı’na değin devam eder.
1956’nın 26 Ocak’ında İstanbul’da doğan Ceylan’ın çocukluğu ziraat mühendisi babasının tayini ile Çanakkale Yenice’de geçer. Bir memur çocuğu olan ve İstanbul’da doğan Ceylan kasabada büyür. Kasabadaki yaşantısını Ceylan şu sözlerle anlatır:
“Çok tipik bir kasabaydı. Değer yargıları, doğruları, yanlışları son derece keskin bir çevreydi. Bu çevre içinde babamın hayat görüşü etraftakilerden farklıydı. Sekiz yıl o kasabada yaşadık ve zamanla babamın idealizminin yavaş yavaş bir hayal kırıklığına dönüşmeye başladığına tanık olduk.”
İşte Ceylan, çocukluğunun bu taşrasını filmlerine taşır. Ancak Ceylan’ın taşrası masalsı olmayıp, arada kalmışlığın sıkışmışlığın, ideallerin yavaş yavaş hayal kırıklığına dönüştüğünün taşrasıdır.
Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Bir Zamanlar Anadolu’da filmleri taşrada geçerken, Uzak filmi ile taşranın sıkışmışlığı arada kalmışlığı kente taşınır. “Kasabada yaşayan insanlar genellikle çekip gitmek isterle, ama bunu başardıklarında bu sefer de geri dönmek isterler”diyen Ceylan, Ağlat Ağacı ile de yeninden eve dönüş yapacaktır.
İklimler ise, Ceylan’ın sinema dilini değiştirdiği film olarak görülebilir. Fotoğrafın durağan ve estetik görünümlerinin öne çıktığı anlatı yerine insanın bireysel dünyasının biraz daha öne çıktığı bir öyküleme ve anlatı durumuna geçilmiştir. Sinemasının dilindeki değişim; kamera kullanımından çekim tercihlerine, kurgu tercihinden oyuncu kullanımına ve mekan yaratımına kadar bir değişim geçirir.
Ceylan’ın sinemasal anlatısı, politik bir işlev üstlenmekten çok görsel bir işlev üstlenir. Gerçekçi görüntünün fotografik estetik formu Ceylan’ı ilgilendiren bir konu olmakla birlikte, gerçekçi hikayeyi de görüntünün gücü üzerine kurar. Kış Uykusu, politik anlamda sınıfsal farklılıkların hissedildiği bir film olsa da Ceylan, politik-sosyal bir mesele için film yapmadığını söyler:
“Ben bir filmi kurarken şu politik olay ya da şu sosyal mesele için bir şey yapayım diye düşündüğümü söyleyemem. Hatta daha da ileri giderek söyleyecek olursam, ben yaptığım filmin tam olarak ne üzerine olduğunun bile fazla anlaşılmasını istemem. Ben kendimin de anlamakta zorlandığım, kendisini üzerime dayatan, benim için biraz anlamlandırması zor, muğlak bir yapısı olan meseleler üzerine film yaptığımı sanıyorum.”
Koza
Nuri Bilge Ceylan’ın 1995 yılında çektiği ilk filmidir. Renkli çekip siyah bastığı bu kısa film diyalogsuzdur ve belirgin bir öyküsü yoktur.
Film, yıllar sonra tekrar bir araya gelen konuşamayan ve bakışamayan kadın ve erkeğin hikayesini anlatır. Sözcüklerin yerini görüntüler alır. Susan bu sessizliğe; suyun sesi, kuşun sesi, köpek sesi, sinek sesi, arı kovanındaki vızıltılar, çan sesi, rüzgarın sesi, tren sesi, kapı gıcırtısı, rüzgarda uçuşan perdelerin sesi gibi sesler eşlik eder. Ve tabii ki müziğin sesi.
Ceylan, Koza’yı çekerken ne anlatmak istediğini bilmediğini belirterek, içindeki film çekme sıkıntısıyla ilgili şunları söyler:
“Koza teknik ve estetik birikimime rağmen film yapmaya bir türlü başlayamadığım ve sürekli ertelediğim için korkak ve mıymıntı olmakla suçladığım, kendime ettiğim işkenceleri sona erdirmek için giriştiğim mutsuz bir denemeden başka bir şey değildi. Kendimi fırlatır gibi başladım o filmi çekmeye. Bitirdiğim de neye benzediği konusunda gerçekten bir fikrim yoktu. Ama yine de Koza’yı çekmek, kendi yapıma uygun üretim koşullarını yaratmamı sağlayacak bütün ipuçlarını bana verdi.”
Koza fotoğraflardan oluşmaktadır. Ve fotografik anlatım ağır basmaktadır.
Filmde Ceylan’ın anne ve babası oynar. Anne ve babanın filmlerindeki oyunculuk serüveni Üç Maymun’a kadar sürecektir.
Kasaba
1997 yılında çekilen Kasaba da Koza’da olduğu gibi siyah-beyaz çekilmiştir. Okul bahçesindeki törenle başlayan film üç kuşağı da içinde barındıran bir ailenin hayatını anlatır. Ceylan, filmde doğup büyüdüğü kasabadan ayrılmanın hayalini kuran Saffet’in hikayesini anlatır bize.
Kasaba filmindeki Saffet, boğulduğu, sıkıştığı, kendini var edemediği, gençliğini heba ettiği kasabadan gitmek ister. Onun istediği; güneşin dahi her gün aynı şekilde doğduğu, her şeyin ve herkesin birbirine benzediği, zamanın acele etmeden aktığı kasabadan ayrılıp, bırakınız insanı iklimlerin dahi çok çabuk değiştiği kente yani İstanbul’a gitmektir.
Saffet’in karşıtı karakter ise Emin’dir. O, taşradan kentte gidip okuyan, sonra da geri dönen ve kendisi ile Büyük İskender arasında bağ kurandır. Ve Emin, okumuşluğunun verdiği gücü Saffet üzerinde kullanır. Emin’e göre, Saffet ölen babası gibidir, yani; bir aylak, bir serseri, bir baltaya sap olamayandır.
Üç kuşağı da içinde barındıran bir ailenin hayatını anlatan Kasaba filminde Koza da olduğu gibi fotografik bir dil kullanılarak hikaye anlatılır.
Ceylan öykü odaklı bir anlatıma biraz daha yaklaşır, ancak doğayı gözlemleyen, deneyimleyen bir sinema dilini de geri plana atmaz. Mısır tarlasında ateşin başındaki sohbet doğanın deneyimlenmenin sahnelerindendir.
Diyalogların minimal düzeyde tutulduğu filmde, anlatılan hikaye görüntüye eşlik eder.
Kasaba, genel bir taşra profilinden çok yönetmenin kendisine ait bir taşrasını içinde taşır. Anlatılan taşra değildir, yaşamın ön planda olduğu taşranın temsilidir.
Ceylan’ın kendi hayatıyla özdeşlik kurduğu filmde annesi ve babası da oynar.
Mayıs Sıkıntısı
1999 yılında çekilen Mayıs Sıkıntısı’nda anlatılan Ceylan’ın kendi hikayesi gibidir. Ceylan gibi yönetmen olan filmin ana karakteri Muzaffer’in anne ve babası da Ceylan’ın kendi anne babasıdır. Kurgu ve gerçeklik iç içe geçmiştir.
Muzaffer çocukluğunu ailesi ile birlikte geçirdiği kasabaya film çekmek için geri döner. Film Kasaba’ya tekrar eden bir geri dönüştür.
Kasaba filminin çekim sürecinin kurgusal olarak anlatıldığı Mayıs Sıkıntısı’nda öykü, filmden adını aldığı Mayıs ayında geçer. Kasaba’da belirgin bir zaman dilimi yokken, Mayıs Sıkıntısı ise belirgin bir zaman olan mayıs ayında geçer.
Kasaba filminde üniversite sınavına hazırlanan Saffet üniversiteyi kazanamamış, ancak kasabadan ayrılmanın hayalini kurmaktadır hala. Baba Emin, koruluğuna devlet tarafından el konulmaması için çabalar. Ali, teyzesinin verdiği yumurtayı 40 gün kırkmadan cebinde taşırsa hayalini kurduğu müzikli saate kavuşacaktır. Muzaffer ise film çekmek istemektedir. İç içe geçen dört ayrı sıkıntının ya da hayalin hikayesi anlatılır.
Kameranın daha genel planda ve sabit kalması, yakın çekimlerin az, kesmelerin daha seyrek ve ayrıntılara yer vermesi, kapı eşiklerinden yararlanılması, diyalogların sürelerinin uzaması Ceylan’ın sinemasında fotografik gerçekçi anlatımdan, öyküsel gerçekçi anlatıma doğru geçişin belirginleşmeye başladığını gösterir.
Bu filmde de Ceylan’ın annesiyle babası oyuncu olarak kameranın karşısındadır.
Uzak
Nuri Bilge Ceylan’ın 2002 yılında çektiği film olup, karlı bir günde Yusuf’un içinde sıkıştığı kasabadan ayrılmasıyla başlar. Yaklaşık dört dakika sürer bu ayrılış. Yusuf karlar altındaki köyden çıkar, tepeyi tırmanır ve yolun başına gelir. Ait olmadığını hissettiği kasabasına sırtını dönmüştür. Görünürde uzakta ufalmış, küçülmüş evler vardır, bir de rüzgar, uğultu, kuş sesi, köpek havlaması... . Sıkıntısı geride kalmıştır, uzakta geleceğin düşü.
Yusuf’un kasabadan ayrılışı ile Ceylan’ın sineması da kente taşınır. Film, Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı’nın devamı gibidir. İsimler değişmiştir. Saffet Yusuf olur, Muzaffer de Mahmut.
Uzak, taşrada geçmese de taşranın izlerini farklı biçimlerde üzerlerinde taşıyan karakterler aracılığıyla aktarır.
Gemilerde miço olmanın hayalini kuran Yusuf taşradır. Mahmut ise kentte yaşayan, belli idealleri olsa da artık o ideallerin ona uzak geldiği, onları gerçekleştirecek gücü kendinde bulamayan bir kentli taşralıdır.
Yusuf’un gelişi Mahmut’u memnun etmese de, yanında kalmasına müsaade eder. Mahmut taşrada da doğsa kendini, Yusuf’un geldiği yerden görmez. O çoktan doğduğu yerden kopmuştur. Kendini oraya ait hissetmediği gibi oradan gelen birine de tahammül edemez. Yabancılaşmıştır.
Mahmut’un, Yusuf’a İstanbul’da kaç gün kalacağını sorması, evde sigaranın sadece mutfakta içildiğini söylemesi, Yusuf’un kokan ayakkabılarına koku sıkması, Yusuf iş bulma konusunda yardım isteyince Mahmut’un“ Taşradan gelmişsiniz, işiniz gücünüz torpil arama” sözleri, birlikte gittikleri bir arkadaş toplantısında Yusuf’un oradakilerle iletişime geçememesi, söz konusu bu yabancılaşmanın göstergelerindendir.
Uzak filminde kamera nesnesine odaklı yakın plan yerine, belirli bir uzaklıkta kalan ve olaya genelden bakan kamera açısı kullanılmaktadır.
Uzak, toplumsal gerçekçi film diline yaklaşan, yabancılaşma, taşralı olma ya da olmama ayrışmasının yaşandığı, orta sınıf aydınının sorgulandığı bir anlatım dilini benimsemiştir.
Uzak’ın çekimleri sırasında kar yağacağı planlanmamıştır. Ancak bu rastlantısal güzellik çekimlere denk gelmiştir ve kar yağışı Yusuf’un İstanbul içindeki hayallerini örter gibidir.
Uzak, Ceylan’ın sinemasında fotografik gerçeklikten, öyküsel gerçekliğe doğru yönelimin arttığı film olarak görülebilir.
Kasaba’dan Uzak filmine uzanan anlatımda Saffet/Yusuf’a hayat veren Mehmet Emin Toprak’ın bir kaza sonucu hayatını kaybetmesi Ceylan’ın sinemasal diline de yansıyacaktır, hem de kamera kullanımından çekim tercihlerine, kurgu tercihinden oyuncu kullanımına ve mekan yaratımına kadar olan bir değişimin yansıması.
(Devam edecek…)
* İki not:
- Hırvatistan’a olan yolculuğumuzdan dolayı yazı tamamlanamadı.
- Bu zamanlar kaçırılmamalı diyerek, göze ve kulağa seslenen bir şiir olan Godard’ın “İmgeler ve Sözcükler” filmi Filmekimi’nde, gidip görünüz. Seyriniz keyifli olsun, güzel olsun.
(KT/BK)