1928 yılının Berlin’i.
Eski bir hamal ve çimento fabrikası işçisi olan Franz Biberkopf, bir insanın ölümüne sebebiyetten hapishanede yatar. Dört yıl süren hapislik hayatından sonra cezaevinden çıkan Franz, bundan sonraki hayatını “iyi bir insan” olarak Berlin’de devam etmek ister.
Ancak, kapitalist uygarlığın merkezlerinden olan Berlin, Franz’ın hapse girmeden önceki Berlin değil artık. Her şey çok değişmiştir; insanlar, yapılar, yaşam… Franz, bu kentte varlığını sürdürememekten, yok olup gitmekten ve kendine söz verdiği “iyi bir insan” olarak yaşamını devam ettirememekten korkar. Yine de direnmeye çalışır.
“Korkunç an gelmişti. Dört yıl bitmişti. Son on iki aydır hep gönülsüzce baktığı o demir kapılar şimdi arkasından kapanıvermişti. Onun cezası şimdi başlıyordu. Buraya girmek zorunda olduğumu biliyorum. Ben buraya gireceğim. İstemesem de. Zor da gelse.”
Alfred Döblin’in 1929 yılında yayımlanan Berlin Alexander Meydanı romanı Almanya’nın 1920’lerin sonunda içinde bulunduğu siyasal, sosyo-ekonomik sorunları, işsizliği, açlığı, yoksulluğu, insanların çöküşüyle çaresiz kalan insanların faşizme sığınmasını anlatır.
“Mezbaha”ya dönen Berlin
Birinci Dünya Savaşı’na giren Almanya, savaştan yenik çıkmakla kalmaz, savaş endüstrisine harcadığı para ile ekonomi olarak yıkıma uğrar. Yaşanan ekonomik yıkım ile iç fiyatlar artmış, dış satın alma gücü zayıflar, işsizlik artar, enflasyonun da hızla yükselişiyle insanlar çok kısa bir sürede yoksullaşarak açlığa, sefalete ve çöküşe uğrar. Tüm bu olup bitenler karşısında sosyal demokrat partilerin politika üretmekten çok kendi iç çekişmeleriyle uğraşması ve sorunlara çözüm bulunmaması da eklenince adım adım Hitler iktidarına doğru yol alınır.
Döblin, romanında Franz Biberkopf’un hayatının bir yılı olan 1928 yılını dokuz bölümde anlatır. Berlin kenti de Franz ile birlikte romanın başkahramanıdır.
Berlin bir “mezbaha”ya benzetilir ve bu “mezbaha”da insanlar yaşam mücadelesi verir. İnsanlar umutsuz, çaresiz, çöküş içindedir.
Berlin’in bu korkutucu yaşamı karşısında Franz, Berlin’in sokaklarında evlerin duvarlarına tutuna tutuna yürür, çatılardan gözünü ayıramaz. Gözünü ayırsa çatılar sanki üstüne düşüverecektir.
“… Evler, yapılar uzayıp gidiyordu. Sonsuza. Yapıların üzerinde damlar. Havada süzülen kuşlar gibi. Bakışlarını damlarda gezdirdi. Damlar kayıp aşağılara inmezdi. Evler dimdik duruyordu. Ben zavallı budala ne yapacağım, nerede kalacağım? Ev duvarlarına tutuna tutuna yürüdü. Ben gerçekten budalayım. Biraz aklını kullanan başının çaresine bakar.”
Berlin savaş sırasında yıkıma uğrasa da aynı zamanda kapitalist uygarlığın da merkezlerindendir. Berlin, Hitler iktidarına kadar kültür ve sanatın merkezlerindendir. Sinemadan edebiyata, müzikten mimariye kadar birçok alanda söz sahibidir. Berlin, modernitenin diğer merkezlerinden olan Paris ve Londra gibidir.
‘’Caddeler nasıl da kalabalık. Her şey karmakarışık. İnsanlar koşuşup duruyor. Beynim bomboş. Kurumuş. Ne olmuş buralar? Ayakkabıcılar, şapkacılar, meyhaneler. Her yer ışıl ışıl. İnsanlar artık çok ayakkabı eskitiyor olmalı. Bu kadar çok koşuştuklarına göre. Dışarıda kaldırımda her şey hareket halindeydi…”
Modern kentler kalabalık ve hareketlidir. Herkes ve her şey bu hareketliliği besler. Her şey hızla akıp gider. İnsanlar hızla hareket eder. Burada tren, metro ve tramvay gibi ulaşım araçlarının aktif olarak çalışması insanların bu hızına eşlik etmek için vardır. Çünkü herkes bir yere yetişmenin derdindedir.
İnsan hayatı hiçe sayılır burada. İnsanlar kent binalarının o taş görüntüsü gibi soğuk ve donuktur. Tüketendir. Yalnızdır. Kimsesizdir. Burada insanlar birbirini görmez, duymaz ve hissetmez. İnsanlar birbirine güvenmez. “Nasılsın” diye halini soran yok. Kimsenin kimseyle ilgilendiği yok. Saklar insan kendini burada herkesten ve her şeyden.
Yenilgi ve umut
İşte Franz da Berlin’in hızla akıp giden bu yaşamından korkar ve kimseler kendisini görmesin diye çatı katına saklanır.
“Biberkopf uyuşmuş, Franz saklanıyor, Franz hiçbir şey görmek istemiyor. Franz Biberkopf kendine gel, bu bataktan kurtulmalısın! Bütün gün odada devamlı içki, uyuklama ve uyuklama! Ne yaptığım hiç kimseyi ilgilendirmez. Uyuklarsam uyuklarım, istersem ertesi güne kadar hiç kıpırdamam…”
Saklandığı çatı katında ömrünün sonuna kadar yaşamını böyle sürdüremeyeceğini de anlayan Franz, sokağa iner, gazete satarak para kazanmaya çalışır. Para kazanmanın bu yolla olmayacağını düşünür. Hayatta kalmak için kendi deyimiyle içinde bulunduğu “bataklık”tan kurtulmak için o da diğer insanlar gibi kısa yoldan para kazanmaya adar kendini.
“… Ve Franz bunu yapacak. Para kazanacak ve kendi kendinin efendisi olacak. Çabuk para getirecek işlere niyetli. Çok çalışmak saçmalık. Gazete satışı, lanet olsun, öfkeleniyor, hele şu gazete satan herifleri görünce, insan nasıl böyle budala olabiliyor, diye düşünüyor, sabahtan akşama birkaç mark için bağırıp duruyorlar, başkaları otomobillere kurulmuş yanlarından geçiyor süzüle süzüle. Artık bana göre değil. (…) Çok komik Franz Biberkopf namuslu!”
Franz, zaman geçtikçe kendisine verdiği “iyi bir insan” olma sözünü tutmakta zorlanır. Çevresini saran insanlar onu bir şekilde tuzağa düşürürler. Ona kötülük yaparlar. Franz, üç defa düşer, ama her defasında yeniden ayağa kalkar ve direnir. Bir soygun sırasında arkadaşı Rheinhold’un ona ihanet etmesi, sağ kolunu da kaybetmesi sonucu artık mücadele etmekten vazgeçer.
Franz yenilmiştir. Franz’ın yenilgisi birkaç yıl sonra Almanya halkının faşizme teslim olmasının da göstergesidir.
Sonunun geldiğine inanır. Kendini önce hapishanede sonra da bir akıl hastanesinde bulur. Burada, kendisini ve yaşamını sorgulayan Franz yeni bir bilinç ile hayatına yeni bir umutla devam eder. Sonunda işçi olarak çalışmaya başlar.
Romanın kahramanı Franz aynı zamanda bir nasyonal sosyalisttir ve faşizmin savunuculuğunu üstlenir, sokaklarda Nazilerin gazetesini satar. Romanın yazarı Alfred Döblin ise bir sosyalisttir. SPD üyesidir, aktif olarak da çalışır. Faşizm karşıtı bir yazardır. Nazilerin saldırısına uğrar, eserleri yakılır, baskılardan dolayı ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Döblin’in Franz’ı faşist bir karakter olarak yaratması insanın içinde bulunduğu koşullara direnemeyip yenilmesiyle faşist iktidarlara sığınmak zorunda kaldığını anlatır.
Döblin, romanında kullandığı teknikle de Bertolt Brecht, Heiner Müller, James Joyce ve Dos Passos gibi yazarların kullandığı edebiyatta film tekniğini/montaj tekniğini Almanya edebiyatına yerleştirir.
Bilinç akışı tekniğini monologlarla birleştirerek bazen birinci kişi, bazen de üçüncü kişinin ağzından anlatır. Anlatımın birinci kişiye mi yoksa üçüncü kişiye mi ait olduğunu da ayıran sadece bir virgüldür.
Bir dönemin belgesi de olan roman, 1920’li yıllardan bugüne kadar yaşananların ve daha da yaşanacak olanların bir panoraması niteliğindedir. Romanın sonunda Franz’ın kendisini ve yaşamını sorgulaması Döblin’in insana dair umududur.
Romanın film olması
Sinemanın öyküsünde Berlin Alexander Meydanı ilk kez 1931 yılında Phil Jutzi tarafından sinemaya uyarlanır. Filmin senaristleri arasında Alfred Döblin de vardır.
1982 yılında hayatını kaybeden Yeni Almanya Sineması’nın öncü yönetmenlerinden Rainer Werner Fassbinder tarafından 1980 yılında yeniden uyarlanır. Bu uyarlama, sinemanın öyküsünde en uzun filmlerinden biri olur. Yaklaşık on beş buçuk saattir.
Fassbinder’in kendi anlatımına göre, Döblin’in Berlin Alexander Meydanı romanını okuduğunda on dört yaşındadır. Yaşamı boyunca en sevdiği roman olacak olan bu kitap, bütün yaşamını ve sinemasının dilini etkileyecektir.
Sinemasında kendisine yakın hissettiği karakterlerin çoğunun adı Franz’dır. Filmlerinin montajcısı olarak da Franz adını kullanır.
Yaşamı boyunca belki de on dört yaşında iken okuduğu romanının kahramanına yaklaşmak isteyen Fassbinder, “Özgürlüğün Zorbalık Hakkı (1975)” filminde kamera karşısına Franz Biberkopf olarak geçer.
Berlin Alexander Meydanı filmi, Fassbinder’in sinemasının bir toplamı olarak da görülebilir. Fassbinder, tüm özlemlerini, mutluluklarını, düşlerini, acılarını, karabasanlarını bu filmle anlatmak ister gibidir.
Fassbinder, yıllar sonra roman için, “ayakta kalmama yardımcı oldu” diyecektir.
“Yıllardır hiç ara vermeden değil ama son zamanlarda artan bir yoğunlukla ve özel olarak bu romanla ilgilememin, bugün bana yine korku veren pek çok şey görmemle de ilişkisi de var mutlaka. Yani bugün yine huzur, düzen ve disiplin isteyen bir vatandaş tipine rastlıyorum yeniden. Üstelik aslında pek çok bakımdan olumsuz biçimde çözülen bir toplumda, üretken biçimde değil. Üretken olabilecek bir çözülme de vardır çünkü. Yeni sonuçlara götüren kopuşlar vardır. Ama hayal gücü ve bireyselliğin de çözülmesi vardır. İşte bu da bizi, bunu yalnızca söylemek bu kadar kolay, korkak insanlara götürür.”
14 bölümlük roman uyarlaması Bawyera’da çekilir, Almanya’da kamu adına yayıncılık yapan ADR TV’de yayınlanır.
Roman uyarlamasının ekonomik olarak büyük yük getireceğinden dolayı Fassbinder, karakterlerin iç dünyalarını daha iyi yansıtmak için iç mekan çekimlerine ağırlık verir. Böylece artan bir sınırlanmışlık ve klostrofobi duygusu yaratarak karakterlerin hapishane dışında da tutuklu olduğu izlenimini verir, ışığın da etkisiyle görüntüyü karanlığa gömer. Bütün bunlar yaklaşan faşizmin rengidir.
Alfred Döblin: Yoksullar milletine aidim
Dışavurumcu akımın önemli isimlerinden olan Alfred Döblin, 1878 yılında Yahudi bir ailenin dördüncü çocuğu olarak Polonya’nın Stettin kentinde dünyaya gelir. Babalarının onları terk etmesi üzerine annesi ve kardeşleriyle birlikte Berlin’e taşınır, kentin arka sokaklarında yaşam mücadelesi vermeye çalışırlar.
Yoksulluk içinde büyür. İlerde içinde yaşadığı ve hiçbir zaman unutmadığı bu yoksulluğu “Yoksullardan biri oluşum hiç aklımdan çıkmamıştır. Bu, benim bütün davranışlarımı belirlemiştir, işte ben bu halka, bu millete aidim, yani yoksullar milletine” diye yazacaktır.
Yoksulluk içinde büyüyen Döblin, liseyi yirmi iki yaşında bitirir. 1900 yılında tıp fakültesine girer, ve aynı yıl edebiyatla ilgilenmeye başlar. 1905 yılında Freiburg’da nöroloji ve psikoloji eğitimi almaya başlar. Doğu ve Batı Almanya’nın çeşitli hastanelerinde çalışır.
1910 yılında, Herwarth Walden ile Alman dışavurumcu akımının önemli yayın organlarından biri olan Der Sturm dergisini çıkarır.
“Wang-Lun’un Üç Hamlesi (1915)”, “Wadzek’in Buhar Türbini İçin Verdiği Savaş (1918)” ve “Wallenstein (1920)” eserleri ile dışavurumcu akımının ilk temsilcilerinden biri olur.
SPD üyesi de olan Döblin, faşizm karşıtı bir yazardır ve Birinci Dünya Savaşı’nda gönüllü doktor olarak çalışır.
Faşizm karşıtı eserler ve yazılar yazdığı için Hitler döneminde büyük zorluklar yaşar. Eserleri Naziler tarafından yakılır. Baskılardan dolayı 1933’deki Reichstag yangınından sonra Fransa’ya gitmek zorunda kalır.
Fransa’da “Babilon Gezisi”, “Af Söz Konusu Değildir” ve “Ölümsüz Ülke” roman üçlemesini yazar.
Naziler onu Fransa’da da rahat bırakmaz. 1940 yılında İspanya ve Portekiz üzerinden Amerika’ya gitmek zorunda kalır.
İkinci Dünya Savaşında sonra Almanya’ya geri dönen Döblin, önce BadenBaden’a, daha sonra Mainz’e yerleşir. Ancak savaş sonrasının Almanyası onu büyük bir hayal kırıklığına uğrattığından 1953 yılında yeniden Paris’e döner.
1957 yılında Almanya’ya yeniden dönen Döblin, Emmendigen’e yerleşir ve burada aynı yıl hayatını kaybeder.
Kaynaklar:
Alfred Döblin; Berlin Alexander Meydanı
Hans Günther Pflaum; Rainer Werne Fassbinder: Her Yana Saldırıyorum
Henri Lefebvre; Modern Dünyada Gündelik Hayat
(KT/BK)